Thursday, December 07, 2006

the illusionist


















Pulitzer ödüllü yazar Steven Millhauser'in bir kısa hikayesinden Neil Burger tarafından sinemaya uyarlanmış 2006 yapımı bir film. Allmovie Guide 5 üzerinden 4 yıldız vermiş ve fakat maalesef ben aynı fikirde değilim.
Sixth Sense'in sürpriz son formülü çok tutunca başlayan, bu "meğer adam ölüymüş" filmleri benim artık midemi bulandırmaya başladı ki "the illusionist" te, bu kategoriye rahatça giriyor.
henüz filmin başlarında, olayların nasıl gelişeceğini ve nasıl son bulacağını tahmin edebildiğim için aynı filmi ikinci kez izliyormuş hissine kapılarak, hiç zevk almadım.



edward norton'ın top sakalı, edward norton'dan sahne çalıyormuş gibime geldi ayrıca. yarın öbürgün oscarı moscarı alırsa şaşırmam :P

Friday, November 24, 2006

Monday, November 13, 2006

şeytan kulağına kurşun..

evek, roman polanski'nin "apartman üçlemesi"nden bahsettim madem ki, o zaman rosemary's baby'den bahsetmemek te olmaz. rosemary's baby, en az diğer iki film, the tenant ve repulsion kadar çok beğenilmiş olmasına rağmen nedense ben bu filmi bir türlü sevemedim. sanırım içinde satanik öğeler barındıran bu tip filmler (the exorcist ya da the omen gibi) beni ne korkutuyo ne de eğlendiriyor, daha çok sıkıntı veriyor. nedenini tam bilemiyorum, belki de sinemada dini temalardan çok fazla hoşlanmayışımdan ya da the exorcist'i çok küçük yaşta izlemiş olmam yüzünden olabilir.
maalesef, bu filmin yarısında uyuyakalmıştım. kendisine üvey evlat muamelesi yaparak filmden bi kare ya da afiş filan bile koymıycam. sevmiyorum, sırf bahsetmek için bahsettim evet.
hiçkimsenin umursamadığı şeylerden bahsedip duruyorum ya da kendi kendime sayıklıyorum sanırım ne biliim.
filmin gösteriminden 1 yıl sonra, roman polanski'nin karısı sharon tate 8 aylık hamile olduğu halde, ünlü seri katil charles manson tarafından öldürülmüştü. polanski o sırada evde olmadığı için paçayı sıyırmış. sonra 13 yaşında bir kız çocuğuna tacizle suçlanıp amerikaya kaçmış falan filan bööle şeyler var işte evet, yetti. artık başka bir yönetmenin filmlerini hepberaberce mercek altına alacağımız postlarda görüşmek üzere esen kalın...

Sunday, November 12, 2006

dünyalılardan tiskiniyorum!



roman polanski'nin, şizofreni ve paranoya konulu "apartman üçlemesi"nden ve üçlemenin son filmi the tenant'tan daha önce bahsetmiştim.
işte 1965 yapımı bu film yani "repulsion" da üçlemenin ilk filmi olarak yer alır polanski'nin filmografisinde. ha bir de polanski'nin çektiği ilk ingilizce filmdir bu. sanırsam, alfred hitchcock'un psycho'suyla birlikte psikolojik gerilim türünün başyapıtı olarak kabul etmek gerek repulsion'ı.

catherine denevue'nün canlandırdığı carol'ın gözlerine yakın çekimle başlıyor; son sahnede olan bitene açıklık getirecek olan "ipucuna" dikkatimizi çekmek istercesine.
film, etkileyiciliğini, polanski'nin yeteneği kadar denevue'nün abartıdan uzak ancak bir o kadar korkutucu oyunculuğuna borçlu bence. evin içinde tek başına kalan carol'ın her geçen gün kötüye giden durumu; aniden çatlayan duvarlar, salonun ortasında bir tepsinin içinde çürüyen tavşan ve mutfak tezgahında filizlenmeye başlayan patateslerin "tiksinti" veren görüntüsüyle bir bakıma sembolize ediliyor. ve film, tıpkı denevue'nün oyunculuğu gibi, abartıdan uzak, minimalist bir stilde amiyane tabiriyle seyirciyi koltuğa mıhlıyor.
ben mesela, izledikten sonra gece boyunca uzunca bir süre uyuyamadım, ancak korkudan değil de daha çok filmde olan biteni tekrar tekrar düşünme isteği yüzünden.

BURDAN SONRA BİRAZ SPOİLER YAPTIM HABERİNİZ OLA!
konusunu merak edenler için, kısaca özetleyeyim. "seks fikrine" karşı aynı zamanda hem ilgisi olup hem de iğrenen genç Carol, Londra'da bir apartman dairesinde kızkardeşiyle birlikte yaşamakta ve hayatını manikür yaparak kazanmaktadır. bir gün, kızkardeşi Helen, evli erkek arkadaşıyla birlikte İtalya'da tatil yapmak üzere 10 günlüğüne evden ayrılır. ve olaylar gelişir =P evet, herşey bundan sonra başlıyor işte. akıl sağlığını yavaş yavaş yitiren Carol, tıpkı Rosemary's Baby ya da The Tenant'da olduğu gibi "ev" tarafından yokediliyor adeta. bazı sahnelerde, tuhaf açılarla öyle garip ve korkutucu bir derinlik verilmiş ki eve, duvarlardan çıkan eller ya da kocaman çatlaklara bile pek gerek yoktu bence gerilimin dozunu arttırmak için.



üçlemeyi düşünecek olduğumuzda, bu filmin farklı bir tarafı var. diğer iki filmde kahramanın başına gelenlerin nedeni tam olarak açıklanmıyor ve havada kalıyordu. yani mistik diyebiliriz rosemary's baby ve the tenant'a. ancak repulsion, diğerlerine göre daha ayakları yere basan bir film.
filmde bir kaç kere gördüğümüz aile fotoğrafını, son karede üzerine pencereden sızan güneş ışığıyla tekrar görürüz. ışık fotoğraftaki iki kişiyi aydınlatacak şekilde girmiştir pencereden içeri. carol ve babası. sonra fotoğraftaki carol'a ve bakışlarına yaklaşan kamera, gözlerinin babasına dikilmiş olduğu gerçeğiyle başbaşa bırakır bizi...

Thursday, November 09, 2006

CelebMatch

Böle aptal, geyik bi site var. doğum gününüzü, cinsiyetinizi yazıyosunuz. size uygun ünlü eşi buluyo. buyrun:

show best matches =P

benimkisi şöle çıktı:


bilahare christian bale hakkında aytıntılı bir post yazacağım inşalla. beni bekleyin anacığım :P

Monday, November 06, 2006

kiracılığın gözü kör olsun inşaaallahhhh!

bugün çok sayın bucu hanım blogunda bazı testler yapmış. ben de yaptım. şimdi sonuçları veriyorum ehehenm:

What mental disorder do you have?
Your Result: Paranoia

You are constantly thinking about what others may be saying about you behind your back. You may also feel people have conspiracies against you, or they are out to get you. In crowds you may feel like everybody is watching to closely.

ADD (Attention Deficit Disorder)
Manic Depressive
GAD (Generalized Anxiety Disorder)
OCD (Obsessive Compulsive Disorder)
What mental disorder do you have?

evet, biraz dikkat problemlerim varmış, biraz da manik depresifmişim fekat beni açıklayan en bi güzel kelime "paranoyak"mış efendim. şimdi bunun sinemayla dahası kiracılıkla ne alakası var? demeyin. beni dinleyin. yukarda linkini verdiğim testi yapınız. eğer sizin sonucunuz da paranoyak çıkar iseeeeeeee, birazdan tanıtacağım filmi çok seveceksiniz demektir.

söz konusu film, 1976 yapımı ve roman polanski'ye ait. "le locataire" ya da ingilizce adıyla "the tenant" veyahut türkçe mealiylen "kiracı".


işte buraya da eşşek kadar bir afişini koyaraktan filmi tanıtmaya başlıyorum. esasında, fransız illüstratör, ressam, yazar ve film yapımcısı roland topor'un 1964 tarihli romanı Le Locataire Chimérique'den uyarlanmış bu film.
polanski'nin şizofreni ve (buraya dikkat lütfen!) paranoya ekseni etrafından dönen ve bir üçleme olarak kabul edilen filmlerinin [repulsion(1965), rosemary's baby(1968) ve the tenant(1976)]
son ayağı.
ve de bu üçleme içinde benim en sevdiğim olur.
konusu kabaca şöyle özetlenebilir: sessiz ve kendi halinde bir adam olan trelkovsky (bu rolde roman polanskinin kendisini izleriz), bir gün bi daire kiralar. ancak önceki kiracının intihar ettiğini öğrenmesiyle birden daireye ve komşularına bakışı değişir. yavaş yavaş önceki kiracıya dönüşmeye başladığını ve bütün komşuların da arkasından bişeyler çevirdiğini düşünmeye başlar.
yani adam resmen paranoyak şizofren.
o zaman neymiş? neden sevmişim ben bu filmi. ben de paranoyakmışım hafiften, ve kendimi trelkovsky'ylen özdeşleştirebilmişim. belki de ben trelkovsky'ymişim nihihohhahah...

hemen burda konuyu başka bir filme bağlamazsam çatlarım ki, oda 2004 yapımı brad anderson filmi "the machinist". orda da yine aynı şekilde christian bale'in canlandırdığı trevor reznik adlı adam, kendi dünyasında başka bir gerçeklik kurup, kendini bu gerçeğe inandırıyor ve de paranoyanın alasını yaşıyordu, izleyenler bilir.
nedir burda dikkatimizi çeken husus? karakterlerin isimlerindeki benzerlik: trelkovsky ve trevor. yaa ya değil mi? bir de karakterlerin geçirdiği tuhaf değişimler var. trelkovsky'nın yavaş yavaş bir kadına dönüşmesi ya da trevor'ın ölme noktasına gelecek kadar zayıflaması gibi. tuhaf şeyler bunnar.
son olarak derim ki, eğer the machinist'i sevdiyseniz, bir de the tenant'ı görün. neler kaçırdığınızı anlayın...
ne biliim?

Wednesday, November 01, 2006

harry potter and the order of the phoenix

5. film 2007 temmuzda sinemalarda gösterilcekmiş. umarım görebilirim o günleri. çünkü 5. kitap, sinemaya uyarlanmış halini en çok merak ettiğim bölüm.

bu arada kitapta sirius black'in kuzeni ve katili olarak tanıdığımız bellatrix lestrange'ı helena bonham carter oynayacakmış. bence mükemmel bir seçim hıh.

catherine keener


bu güzel baaağyan, çok iyi bir oyuncu olmasının yanısıra, benim nuray teyzemin gelinine çok benzemektedir. o yüzden kendisi sevdiğim oyuncular arasında "bir akrabammışçasına sevdiklerim" listesine 1 numaradan girer =P
kendisini nerden tanıyorsunuz? 1999 yapımı being john malkovich'teki fettan maxine karakterinden mi? şu yanda görmüş olduğunuz karakter işte. muhtemelen 7buçukuncu kattaki ofiste olduğu için biraz eğilmiş.




övünmek gibi olmasın ama benim, oyuncuları akademiden önce keşfetme gibi bir özelliğim vardır.
catherine keener'ı da teee 1997'de izlediğim "the real blonde" filminden beri severim. fekat bu film reese witherspoon'un zalak filmi legally blonde ile karıştırılmamalıdır, darılırım.
"the real blonde", bööle amerika'daki eğlence ve moda dünyasıyla hafiften hafiften dalgasını geçen çok güzel bir tom dicillo filmidir. netekim, catherine abla da bu tom dicillo'nun neredeyse tüm filmlerinde oynamıştır.
şöle sağda görmüş olduğunuz resim de the real blonde'dan bir sahne olup, catherine keener'ın sevgilisini oynayan matthew modine'de bu filmde bayaa iyidir hani. özellikle madonna'nın klibinde oynamak üzere kabul edildikten sonra başına gelenler görülesi...
catherine keener'ın, johnny suede, box of moonlight ve living in oblivion gibi bağımsız sinemanın en güzel örnekleri sayılabilecek diğer tom dicillo filmlerinde oynamış olmasının yanısıra, biri being john malkovich diğeri capote'de olmak üzere iki oscar adaylığı mevcut bulunmaktadır. çok yakında oscarı kapacak gibi görünüyo ama benim gönlüm almamasından yana, oscar sıkıcı bi ödül çünkü.

Tuesday, October 31, 2006

kiki's delivery service


bugün 31 ekim. yani cadılar bayramı. günün mana ve önemine uygun bir film önermek isterim herkese. bırakın harry potter'ı, nightmare before christmas'ı. 80'lerin sonunda televizyonda izlediğimiz japon çizgifilmleri şeker kız candy, yedi renkli çiçeği arayan kız filan tadında bir animasyon bu. harika insan hayao miyazaki'nin 1989 tarihli anime filmi. kiki's delivery service, yani kiki'nin kurye servisi.
süper yardımsever, 13 yaşındaki "cadı" kiki ve siyah, cici kedisi jiji'nin maceraları. bikaç saat boyunca 10 yaşındaymışım gibi hissetmiştim kendimi.

Sunday, October 29, 2006

kim sevmez steve buscemi'yi?


ben bayılıyorum. oynadığı film ne olsa izlerim. şimdi burda kendimi de ele vermiş olcam ama, kankası olduğunu zannettiğim adam sandler'ın çok berbat filmlerinden biri olan billy madison'ı izlerken birdenbire cameo bir rolde karşıma çıkınca bile, sevindirik olmuştum. adam sandler, eski okul arkadaşı olan steve buscemi'yi yıllar sonra arayıp, okuldayken kendisine çok kötü davrandığı için özür diliyor, steve buscemi de, adam sandler'ı duvarındaki "öldürülecekler" listesinden siliyordu =)
rezervuar köpeklerindeki bahşişe inanmayan mr. pink, barton fink'te acayip resepsiyon görevlisi, sonracığımaa fargo'da kadını kaçıran salaklardan daha zeki olanı, bir de big lebowski'deki kalp hastası donny rolleri şimdilik hatırladıklarım.
arada con air, armageddon gibi büyük bütçeli hollywood hataları yapmış olsa da, genelde bağımsız ve düşük bütçeli filmlerde nevrotik, paranoyak, sorunlu karakterleri canlandırır kendisi.
çok bilinmez ama 1995 yapımı tom dicillo filmi "living in oblivion"da da oynuyordu. o filmi ve adı geçmişken diğer dicillo filmleri "the real blonde" ve "box of moonlight"ı şiddetle öneririm. bir ara bunlardan da bahsederim belki.

evet biz de seviyoruz buscemi'yi amaaaa belçikalı müzik yapımcısı, Dirk Swartenbroeckx diye acayip isimli bir amca olayı abartarak, "buscemi" adında bir trip-hop projesi gerçekleştirmiş. esin kaynağının kim olduğu ortada..

son olarak bu akşam öğrendiğim bişeyi paylaşmak istiyorum. şimdi john waters diye bir yönetmen vardır bilmem bilir misiniz? adam manyak. eleştirmenler avant-garde demeyi tercih ediyo tabi =) en ünlü filmi pink flamingos. divine mı ne denen erkek mi kadın mı ne olduğu belli olmayan tuhaf şişko bir yaratığın köpek kakası yediği filmler yapıyo. ama gerçekten de yiyolarmış yaa iğreeeenç.
neyse efendim, şimdi bu john waters denen amca şöyle biri:



kime benziyooo? evet evet steve buscemi'ye. ve kendisi de bunun farkında ki, şöyle bir muziplik yapmış. steve buscemi'ye bir krismıs kartı hazırlamış. buscemi'nin bir fotoğrafını alıp, onu john waters kılığına sokmuş, altına da bir kutlama yazısı yazıp buscemi'ye göndermiş. şık bir latife. bu arada buscemi de bir john waters filminde oynamayı kabul etmiş.

buyrun krismıs kartı da burda:



velhasıl-ı kelam, bir filmde buscemi oynuyorsa korkmadan izleyiniz, izlettiriniz. kesin bir güzellik vardır içinde...

cameo


Çok yönlü bir kelime bu cameo. En çok bir tür oymacılık sanatı ve bu sanata göre yapılan mücevherler için kullanılıyor. güzel bişiymiş ama bizi burada sinemadaki kullanımı ilgilendiriyor.

“Cameo rol” denilen bir olay var sinemada, şööle kiiii; ünlü insanların bir filmde uncredited olaraktan kısacık bir rolde görünmesine cameo deniliyor. oynayan kişinin illa da aktör olması gerekmez. yönetmenler, politikacılar, müzisyenler, sporcular vs. olabilir hep.
bunun ilk örneğine 1924 yapımı sessiz bir filmde rastlıyoruz. entr'acte adlı bu filmde, filmin müziklerini de yapan erik satie kısa ve anlamsız bir rolde görünür.
sonracığıma alfred hitchcock var mesela. kendisi bu olayı abartmış ve neredeyse her filminde görünmeyi takıntı haline getirmiştir.
sunay akın'ın önce çocuklar ve kadınlar kitabında bu konuyla ilgili çok hoş bir anektod vardır:
"lifeboat adli filmi, bir alman denizaltisinin torpilledigi gemiden kurtulan kazazedelerin hayatta kalma savaslarini anlatir. film, bir filikada, okyanusun ortasinda geçer ve bu filmde bile alfred hitchcock bir sahnede görünmeyi basarir. arkadan yüzerek geçen adam olamayacagi için kendince bir yöntem bulmustur. oyunculardan biri, sandalda buldugu bir gazeteyi alir eline ve okumaya baslar. sayfalardan birinde reduco isimli bir zayiflama ilacinin reklami vardir. reklamda 150 ve 100 kiloluk iki adamin resmi vardir ve ikisi de ayni adamdir. ve tabii ki bu adamlar alfred hitchcock'un kendisidir."
pek çok konuda hitchcock'tan esinlenmeleri olduğunu belli eden yönetmen night shyamalan'ın da filmlerinde görünme takıntısı var. ama onunkiler cameo mu tam olarak bilmiyorum, çünkü bayaa esaslı roller oluyo. hele son filmi "lady in the water"da nerdeyse başroldeydi.
ha bir de peter jackson var. yüzüklerin efendisi üçlemesinin yönetmeni olarak herkes tarafından tanındı. bu adam da her yönettiği filmde görünme takıntısı olanlardan.
bu cameo rol olayının alttan alta bööle mizahi bir tarafı da var, çok tatlı bişiy bence. ayrıntılara dikkat edenler ve sevenlere yönelik bişiy.
mesela bkz. yukardaki resim taxi driver adlı filmden bir sahne. yönetmen martin scorsese'i yerde oturmuş kameraya bakarken cameo bir rolde görebiliyoruz. nerden anlıycaz filmi izlerken dimi. işte bööle komik bişiy cameo yaa ya =)

the talented mr ripley




patricia highsmith'in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmış.
ehem. ben bu filmi yaklaşık 6 yıl önce izlemiştim ilk defa. sonra bir kaç defa daha izledim. aslında birden fazla izlenecek kadar mükemmel bir film değildi. ama müzikleri çok güzel. sonunda dayanamayıp gidip kasedini almıştım. evet, benim önerim şu; eğer jazz müzik dinlemek istiyorsanız ama nerden başlayacağınızı bilemiyorsanız, bu filmi izleyin. gerçekten cazı sevdirebiliyor.


aslında büyük bütçeli ve bol starlı filmlerden ve anthony minghella'nın diğer filmleri olan the english patient ve cold mountain'dan nefret eden biri olarak bu filmin hakkının yendiği fikrindeyim. her edebiyat uyarlaması aslına bağlı kalmak zorunda değildir. kitapta hayli karizmatik ve güçlü bir karakter olarak resmedilen tom ripley, filmde acınası ve zayıf bir katil olarak gösterilmiş. sorun minghella'nın yanlış seçiminden ya da matt damon'ın beceriksizliğinden kaynaklanmıyordur eminim. nitekim minghella istese, kapısında sıraya dizilecek bir sürü yakışıklı, karizmatik kötü rol oyuncusu çıkar hollywood'dan. minghella öyle istediği için tom ripley, zayıf bir karakterdir ve çok ta iyi olmuştur bence böyle ve matt damon, bu rol için en iyi seçimdir. john malkovich'in ripley'i canlandırdığı ripley's game dünyanın en sıkıcı filmleri arasına girebilir ama bu film değil asla. katil de olsa ana karakterle kendini özdeşleştirme gereğini hisseden izleyiciler damon'dan ve onun canlandırdığı ripley'den nefret eder ve tüm filmden nefret etmiş olurlar böylece.
filmin en sevdiğim bölümleri; philip seymour hoffman, matt damon'ın my funny valentine'ı seslendirdiği sahne ve kilise korosunda stabat mater'i söyleyen küçük çocuğun olduğu sahne.
ayrıca, ripley'in sık sık aynada kendine bakması hadisesi, filmde kişilik bölünmesi ve şizofreninin altını çizen güzel bir ayrıntıdır. dickie'nin odasında onun kıyafetlerini giyip aynada kendine bakması ya da trende kompartımanda kendi yansımasını dickie'ninkiyle çakıştırıp kendine bakması gibi sahneler şimdilik hatırladıklarım... ayrıca filmin başında ve sonunda tom'un çatlak bir aynadan parçalara bölünmüş yansımasını izleriz. bu da şizofreniyi sinemada simgesel olarak anlatmanın başka güzel bir yoludur falan filan. bunların bir kısmını da sinema dergisinden okumuştum onu da belirteyim =)
gelelim müziklere...

soundtrack albümünün güzelliğinin yanında film hiç kalır diye düşünürüm. gabriel yared'in film için bestelediği birbirinden güzel theme müzüklerinin yanısıra, jazz ağırlıklı harika bir soundtrack albümü vardır bu filmin. arşivliktir kesinlikle. my funny valentine'ın matt damon yorumu, sinead o connor'ın şizofrenik şarkısı lullaby for cain, miles davis'ten nature boy, efendime söyleyim, dizzy gillespie'dan yerinde duramayan bir the champ yorumu, ve en güzeli vivaldi'nin stabat mater'i . herkes dinlesin...
ve son olarak belirtmek isterim, patricia highsmith'in aynı adlı romanı, mystery writers of america isimli kurumdan edgar allen poe ödülü almıştır. ve filmde cate blanchett'ın canlandırdığı meredith lounge karakteri romanda kesinlikle yoktur.

sayaçlar diyor ki;

uzun züredir bişiy yazmadığım halde zaman zaman takip eden insanların olduğunu farkettim bu blogu. belki de arada bi bişiler yazsam iyi olur. ama maalesef bu sıralar üstümde öyle bir tembellik, öyle bir ağırlık var ki; hiç doğru dürüst film izlemiyorum. izlediklerim ya saçma sapan şeyler oluyo ya da eskiden izlediklerimi yeniden izliyorum felan.. onlar hakkında yaziim bari.

Wednesday, September 27, 2006

ordinary life is pretty complex stuff


2 yıl önce sinemalarımıza gelen bu filmi, yani american splendor'u izlemeden önce ne böyle bir çizgi romanın ne de harvey pekar'ın varlığından haberdar değildim. beni filmi izlemeye yönelten şeyler, şu yanda görmüş olduğunuz afişi ve -tuhaftır- türkçe ismi olmuştu...
sanırım kendimi yakın hissettim bu çelişkiye. "loser" olduğu her halinden belli olan sıradan kel ve göbekli bir adam boş gözlerle elinde tuttuğu kitabı okuyor ve filmin adı: "görkemli hayatım".
belgesel, otobiyografi, animasyon ve dramın başarılı bir karışımı olarak kabul edilse de, ben filmi afişinden daha az sevmiştim izlediğimde. yine de hoşuma giden bazı şeyler olmuştu: jazz müzik bağımlılığı, plak koleksiyonu yapma çılgınlığı, sıradan bir hastane memurunun bir çizgi roman kahramanına dönüşmesi falan filan... başka hangi filmde bütün bunlar bir aradadır ki?

ancak filmdeki en önemli şey -bana göre- harvey pekar'ı canlandıran paul gimatti'nin oyunculuğuydu. bu adamın, 90'ların başından beri aklınıza gelebilecek her türlü filmde küçüklü büyüklü rolleri var. sanırım "american splendor", onun ilk önemli rolü olmuş. geçenlerde sinemada night shyamalan'ın yeni filmi "lady in the water"ı izledim. açıkçası filmi fazla sevmedim. hakkında söyleyebileceğim tek kelime var eksik... paul giamatti ise, yine iyiydi. kendisini bundan sonraki işlerinde takibe alma niyetindeyim. hep loser, hep yan karakter, hep mutsuz ama bence tatlı adam yaaa ehueh...

Thursday, September 21, 2006

alan rickman


iflah olmaz bir alan rickman hayranı olarak, hakkında azıcık ta olsa bişeyler yazmak isterim. fi tarihinde trt2'de yayınlanan tv filmi rasputin sayesinde tanıyıp aşık olduğum aktör olur kendileri.
21 Şubat 1946 doğumlu. tam adı alan sydney patrick rickman.
sırf o oynuyor diye robin hood ve die hard gibi berbat filmlere bile katlanabilir insan. 1988 yılında rol aldığı die hard'daki kötü adam hans gruber rolü sayesinde ünlü oldu 42 yaşındayken! aslında önceden ünlü olması gereken çok önemli bi oyuncudur. evet yakışıklıdır da... napalım :)
en sevdiğim filmleri: sense and sensibility ve love actually.
ayrıca muhteşem bir ses tonuna ve aksana sahiptir kendisi. otostopçunun galaksi rehberinde, paranoid android robot marvin'i seslendirmişti mesela.
harry potter'daki iksir hocası severus snape rolüyle dünya çapında ün kazandı. keşke bu kadar çoluk çocuğun eline düşmeseydi iyi olurdu ama severus snape karakterinde de harikalar yaratıyor bence. tiyatro kökenli olduğu için bazen abartılı mimik ve jestler yaptığı gözümden kaçmış değil. ama snape'e de bu yakışır ehehe...

Saturday, September 02, 2006

Videodrome

1983 yapımı david cronenberg filmi. "cronenberg bir dahi mi, yoksa bir psikopat mı?" gibi sorulara gark olabilirsiniz izledikten sonra. tabii yönetmenin diğer filmleri crash ve existenz'ı da izlemişseniz çok daha fazla soru işareti kalır kafanızda. bu filmin existenz'la birbirini tamamladığını düşünüyorum. hatta bir adım daha ileri giderek, crash, existenz ve videodrome'un bir trilogy olduğunu bile söyleyebiliriz. her üç filmde de insan vücudu çeşitli teknolojik objelerle biraraya getirilerek oluşturulan rahatsız edici görüntüler üzerinden anlatılıyor konu. videodrome'da anlatılmak istenen televizyonun ve medyanın insanın bilinçaltına olan etkisi sanırım. bu yönüyle, truman show ve requiem for a dream gibi filmlere de model olmuş olabilir pekala. cronenberg'in bu üç filminde çok fazla ortak nokta var. bunlardan biri de erkek başrol oyuncusu seçimi. crash'te james spader, existenz'da jude law ve videodrome'da james woods. üçü de aynı karaktere sahip sanki. aynı derecede saf görünüyorlar, çevrelerinde olup biteni anlamaya çalışırken ordan oraya sürükleniyorlar ve bir süre sonra yaşadıkları tuhaf olaylardan zevk almaya başlıyorlar. ama üçü de güzel vermiş bu ruhu, helal olsun... ve son olarak videodrome'da bayan oyuncu rolünde, o zamanların ünlü punk grubu blondie'nin solisti deborah harry'nin oynaması, filmin bir medya eleştirisi olduğu göz önüne alınacak olursa pek manidar.

long live the new flesh!!!videodrome kelimesini "video arenası" ya da "video sirki" olarak çevirebiliriz.

Tuesday, June 06, 2006

hilary and jackie



1998 ingiltere yapımı film. bizde paylaşılamayan tutkular adiyla gösterilmisti. hilary ve jacqueline du pre kardeşlerin hayatını anlatan gerçek bir hikayeye dayanıyor. umut vaadeden yetenekli iki genç müzisyen olan kardeşlerden hilary (rachel griffiths) yan flüt ve jackie (emily watson) çello çalmaktadirlar. küçükken hilary daha yetenekli ve göz önünde olmasina rağmen büyüdükçe jackie hırslanır ve ablasının önüne geçer. sonunda hilary müziği bırakıp evinin kadını olmaya karar verirken, jackie dünya çapında tanınan bir çellist olur. ancak, jacqueline du pré'nin zamansız ölümü, filmin acıklı sonunu getirir. jackie 42 yaşında multiple sklerozis hastalığı nedeniyle yaşama veda etmiştir. film 'hilary and jackie', 'hilary' ve 'jackie' başlıkları altında üçe ayrılmıştır ve ilk bölümde müzisyenlerin çocukluğu, diger iki bölümde ise hikaye iki karakterin bakış açılarıyla iki farklı şekilde anlatılır. yalnız kim kimi daha çok kıskanmış, sonuçta kim ne kazanmış anlaşılmaz; çünkü bu yaşamdır ve yaşamda hiçbir soruya kesin cevaplar bulamaz galiba insan.
edward elgar'ı ve çelloyu sevmeme neden olan filmdir ayrica.
edward elgar's cello concerto in e minor mutlaka dinlenmeli!!!

Monday, June 05, 2006

la double vie de véronique


neresinden başlasam bu filmi övmeye bilemiyorum. belki 6 yıldır belki de daha fazla süredir izlemek isiyordum. bugün rafta dvd'sini gördüğümde gözlerim yuvalarından fırlıyordu nerdeyse. okşayarak elime aldım, parasını ödedim ve sıkı sıkı sarılıp eve getirdim. bir filmi izlemeden bu kadar nasıl sevebilir insan? filmdeki veronique kendinden kilometrelerce uzakta yaşayan veronika'nın varlığını nasıl hissediyorsa ben de öyle hissetmişimdir belki. mistik konuya sahip bir filme mistik bağlarla bağlı olmak gerekir belki de :) kesinlikle jules et jim'deki hayalkırıklığını yaşamadım. filmi izlemeden önce hissettiklerim neyse aynen devam ediyor.
bazı anlarda jeunet'nin amelie'siyle paralellikler kurduysam da, sonra vazgeçtim, sonra gene kurdum. ama izlemek isteyenleri yanıltmak istemem, kesinlikle amelie'deki mutluluk verici, çilekli hava yok bu filmde. melankoliden ölebilirsiniz ama asla mutlu olamazsınız izlerken...
konusunu anlatarak büyüsünü bozmak istemiyorum. sadece sevdiğim kısımlarından bahsedeyim:
hem veronique'in hem de veronika'nın hayatının kritik anlarında aynı yaşlı kadını görmesi, kuklacı alexandre'nin veronique'e gönderdiği tuhaf pusulalar (kaset, iplik, sessiz telefonlar), veronique'in farkında olmadan çektiği fotoğrafta veronika'nın varlığını keşfetmesi, veronika'nın cenaze törenini mezarın içinden izlediğimiz an (veronika'nın tam olarak ölmediğini anlatmak istercesine), alexandre'nin veroniqe kuklasından iki tane yapması "çok kırılgan oldukları için birinin zarar görmesi halinde tedbir amaçlı" diye cevap veriyor alexandre, ama bir yandan da filmin anlatmak istediği öyküyle ilgili önemli birşeyler söylüyor sanki.
bir yerde polonya'daki veronika'nın ölüp, fransa'daki veronique'in yaşamasının, kieslowski'nin polonya'daki yaşamını bırakıp, fransa'da yaşamaya başlamasına dair alegorik bir anlatım olabileceğini okumuştum. gerçekten de dahiyane...

Saturday, June 03, 2006

Cet obscur objet du désir




"That Obscure Object of Desire" ya da türkçe adıyla "Arzunun O Belirsiz Nesnesi"
Pierre Louÿs'un "Le femme et le pantin" (kadın ve kukla) adlı kitabından uyarlanmış 1977 yapımı Luis Bunuel filmi. Üstadın son filmi. Geçen hafta izlemiştim, dün gece yeniden izledim.
Başroldeki Bunuel'in favori oyuncularından Fernando Rey, kadın tarafından oynatılan kukla rolünü üstlenirken, Carole Bouqet ve Angela Molina aynı kadını canlandırıyorlar. Önce bunun Bunuelvari sürrealist bir oyun olduğunu düşündüm. Ama sonra bir kaç yerde herşeyin bir tesadüften ibaret olduğunu okudum. Bunuel, rol için önceleri sadece Bouqet'i düşünüyormuş, sonra Bouqet'in bazı noktalarda oyunculuğunu yetersiz bulunca Molina devreye girmiş. Daha sonra yaramaz Bunuel, her iki oyuncunun değişik yönlerden karakteri tamamladığını düşünmüş olacak ki, ikisini de oynatmaya karar vermiş. Bence çok ta güzel olmuş. Carole Bouqet, sanki karakterin sinsi, parayla satın alınabilecek nesne tarafını, Angela Molina da daha fettan, kadınsı, arzu nesnesi tarafını temsil ediyor. Her ikisini bir arada verebilecek bir aktris bulunsa daha mı iyi olurdu bilmiyorum, ama sanki ben filmi o zaman bu kadar çok sevmezmişim gibime geliyor.
film boyunca ordan oraya taşınan çuval neyin nesi tam anlayamadım. gerçi sonunda içinde ne olduğunu gördük, pulp fiction'daki çanta gibi gizemli kalmaması beni azcık üzdü. ha bir de fonda sürekli terörist saldırılar gerçekleşiyordu. o da kadınla erkek arasındaki gerilimi vurgulayan metaforik bi ayrıntıdır belki onu da tam anlayamadım :) ben ne anladım peki?
yaşlı burjuva beyefendinin, dünya kadar para harcayıp, "arzu nesnesi" ni bir türlü elde edemeyişi ancak bu kadar hoş anlatılabilirdi.

Wednesday, May 31, 2006

the cinema of moral anxiety


1970'lerde polonya'da ortaya çıkan bir sinema hareketi.
ahlaksal kaygı sineması. krzysztof kieslowski ve agnieszka holland, tarzın yaratıcıları olarak kabul edilir. polonya'daki komünist sistemin dejenerasyonuna eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşan bir çok film yapılmıştır bu akım içerisinde. en önemli örneği 1979 yapımı camera buff'dır.

krzysztof kieslowski


27 haziran 1941 de, inşaat mühendisi bir babanın ve sekreter bir annenin oğlu olarak varşova(polonya)' da dünyaya geldi. kieslowski, ilk profesyonel eğitimini, 16 yaşındayken, bir ıtfaiyecilik okulunda aldı, kısa süreli bir eğitimdi ancak üniformalardan ve disiplinden nefret etmesine neden olmuştu. bu nedenle, mecburi askerlik hizmetinden kurtulmak için okula geri döndü. 1968 te mezun olduğu ve yönetmenlik üzerine 4 yıllık eğitim aldığı lodz film okuluna 3. girişiminde kabul edildi.
alongside andrzej wajda, roman polanski, jerzy skolimowski ve krzysztof zanussi gibi polonyalı yönetmenlerin mezun olduğu lodz film okulunu bitirdikten sonra, geliştirdiği kendine özgü tarzıyla son yirmi yılın en iyi bilinen polonyalı yönetmenlerinden biri oldu. ilk filmlerinde, sıradan polonyalı insanların kısıtlayıcı bir çevrede yaşamlarını nasıl devam ettirdiklerini beyaz perdeye yansıtarak, polonya'nın askeri yönetimine sosyal bir yorum getirmiş oldu. 16 mm lik, kısa, siyah-beyaz, belgesel niteliğindeki bu ilk filmlerinin 1960 ve 1970 lerin polonya sında hem sanatsal hem de politik bir rolü vardı.
1974 te, sosyal, politik ve ahlaki sorunları tartışan film yapımcılarının oluşturduğu bir grup olan, ahlaksal kaygı sinemasının (cinema of moral anxiety) bir üyesi oldu. 1976 da ilk önemli filmini yaptı ; the scar.
üçüncü filmi, blind chance, bilinçli seçimin gerekli olduğu mesajını üstü kapalı bir şekilde ima ettiği gerekçesiyle, polonyalı yetkililer tarafından 6 yıl boyunca yasaklandı.
1987 ve 1988 de, on emir'den hareketle ve televizyon için yapılan, büyük eleştirel beğeni kazanan dizi filmleri çekti ; the decalouge. bölümlerden ikisi, a short film about love ve a short film about killing , uzun metrajlı filmler haline getirilerek uluslar arası piyasaya sürüldüler. ikinci film, bir çok ödül kazandı.

daha sonra çektiği double life of veronique, irene jacob'a, cannes da en iyi kadın oyuncu ödülünü getirdi. yönetmenin en önemli filmiyse senaryosunu krzysztof piesiewicz ile birlikte yazdığı ve 1993-1994 yıllarında çektiği üç bölümden oluşan three colours'dır. üçlemeyi oluşturan filmlerden biri olan blue venedik'te altın aslan, white ise berlin'de gümüş ayı ödüllerini kazandılar.

krzysztof kieslowski, 13 mart 1996 da henüz 55 yaşındayken, varşova da, kalp krizi nedeniyle hayata veda etti.

Tuesday, May 30, 2006

jean-pierre jeunet


le fabuleux destin d'amelie poulain filminde marc caro 'yla yollarını ayıran yönetmenin ilk çalışması foutaises adlı bir kısa film. filmin castında neredeyse her jeunet filminde oynayan dominique pinon var sadece. delicatessen'de marc caro ile birlikte hem senaryoyu yazıp hem de filmi yönetmişler. la cite des enfants perdus 'da ise senaryoyu birlikte yazmışlar, marc caro sanat yönetmenliğini yapmış. alien resurrection 'i yoksayarak amelie 'ye gelirsek, marc caro isminin burda yer almadığını görüyoruz. önceki iki filmle aralarindaki farkın kimden kaynaklandığı da böylece ortaya çıkıyor. delicatessen ve la cite des enfants perdus daha karanlık ve sert, le fabuleux destin d'amelie poulain ise daha duygusal, romantik adeta bir feel-good filmi.

Monday, May 29, 2006

macguffin



alfred hitchcock 'un filmlerinde kullandigi bir yöntem ve bu yönteme verilen isim. ana öykünün gelisimine hizmet eden, ancak ne oldugu önemli olmayan sey ya da olaydir. seyirci bu seyi ya da olayi bilse de olur bilmese de...
örnek vermek gerekirse, notorious 'da asil olay ingrid bergman ve cary grant 'in iliskisidir, nazilerin aradigi uranyum degil.
pulp fiction 'daki canta ya da repo man 'deki isik saçan bagaj da macguffine birer örnektir.
bazi kaynaklarda mcguffin olarak ta geçiyor.

amadeus

esasında peter shaffer tarafından 1979'da yazılmış bir tiyatro oyunudur. mozart ve antonio salieri'nin hayatlarından kesitler anlatılmaktadır bu eserde. herşey salieri'nin, mozart'ın katili olduğunu iddia etmesiyle başlar. oyunda, gerçekle kurmaca içiçe girmiş durumdadır. tarih kitaplarında anlatılanlar mı, yoksa salieri'nin anlattıkları mı doğrudur, asla emin olamayacağız belki de...
oyun ilk kez 1980'de broadway'de sahnelendiğinde salieri'yi ian murry mckellen , mozart'ı da tim curry canlandırmış, her ikisi de tony ödüllerine aday gösterilmiş, ancak sadece mckellen kazanmış.
1984'te milos forman tarafından beyazperdeye uyarlanmış, bu defa da salieriyi f. murray abraham ve mozart'ı da tom hulce canlandırmışlar. 8 dalda oscar kazanmış; en iyi film, en iyi aktör (abraham), en iyi yönetmen (forman), sanat yönetimi, kostüm tasarımıııııı, makyaaaaaj, seeees ondan sonraa en iyi uyarlama senaryo dallarında olmak üzere...bir falco şarkısı olan rock me amadeus'a da ilham kaynağı olmuş (bana sorarsanız olmasa da olurmuş). aslında bu tom hulce'un yerine önce kenneth branagh, mozart'ı canlandıracakmış son anda yerine hulce geçmiş. iyiki de geçmiş, tom hulce çok şekermiş, çok ta güzel kahkaha atarmış. branagh ta, shakespeare'le oyalansın kendi çapında. zaten hulce başka doğru dürüst bir filmde oynamamış ki bu da ona kalsınmış...

Sunday, May 28, 2006

le charme discret de la bourgeoisie


türkçe "burjuvazinin gizemli çekiciliği" ya da ingilizce "discreet charm of the bourgeoisie " olarak ta geçen 1972 fransa/italya/ispanya ortak yapımı olan bir luis bunuel filmi. un film de luis bunuel...
gösterildiği yıl en iyi yabancı film oscar'ını almış olup bunu ziyadesiyle hak eder. hem ismi hem de afişiyle gönlümü çalmıştır.

devleti, kiliseyi, orduyu ve en önemlisi de burjuvaziyi, çoğu kez simgelerle, surrealist imgelerle, ruya benzeri sahnelerle hicveden harika bir kara film, taşlama hatta yer yer komedi... yıllar önce trt2'de neler anlatıldığını anlamadan büyülenmişçesine izlediğim film.

aklımda kalan tek kare, "bomboş bir alanda iki tarafı çimenlik bir asfaltta yürüyen iyi giyimli bir kaç kadın ve erkek". şimdi tekrar izleyince bu karenin filmin genel gidişatıyla hiç alakası olmayan ve filmde yaklaşık 3 ya da 4 kere gösterilen sembolik bir sahne olduğunu anladım ve yıllarca aklımda kalan tek kare olduğu düşünülecek olursa, bunuel'in başarısı daha iyi anlaşılıyor.

six degrees of kevin bacon


bacon sayısı olarak ta ifade edilebilir.
six degrees of separation fikrinden ve aynı adlı sahne oyunundan esinlenilerek yaratılmış gereksiz bir bilgisayar oyunu. şöyle ki; herhangi bir aktör adı giriyorsunuz. oyun, size bu aktörün kevin bacon'la olan ilişkisini basamaklar halinde veriyor. kevin bacon'a en fazla altı basamak sonunda ulaşabileceğiniz iddia ediliyor.
bir örnek ilen açıklayalım:
diyelim ki steve buscemi'nin bacon sayısını merak ettiniz:
1) Steve Buscemi, Big Fish (2003)'te Alison Lohman'la oynamıştı
2) Alison Lohman da Where the Truth Lies (2005)'da Kevin Bacon'la birlikte rol aldı.
demek ki buscemi'nin bacon sayısı 2 imiş.
http://oracleofbacon.org/ adresinden oynanabiliyor.

brat pack

1980 lerde oynadiklari ilk filmle söhreti yakalamis ve genellikle ayni fimlerde biraraya gelen bir grup genç aktör ve aktrise verilen isim. bu isim 'new york' dergisine kapak olmus bir hikayeden (haziran, 1985) gelmektedir. terim esasinda rat pack üzerine yapilmis bir kelime oyunudur.

brat pack üyelerinin oynadigi önemli filmler:
the breakfast club
the outsiders
st elmo's fire


üyeler:
emilio estevez
anthony michael hall
rob lowe
andrew mccarthy
judd nelson
molly ringwald
ally sheedy
demi moore
mare winningham


peki rat pack nedir?
1950 lerde frank sinatra, samy davis jr, dean martin, joey bishop ve peter lawford'dan olusan bir grup eglence adamina verilen isim. sürekli las vegas ta takilirlarmis. hatta bu tayfanin hep birlikte çevirdigi filmler vardir :
ocean's eleven (1960)
robin and the seven hoods (1964)

banliyö yanılsaması

popüler sinema dergisi yazarlarının sık sık kullandıkları bir terim olup, internette ne kadar araştırdıysam da böyle bir terime rastlayamadım. açıklamak gerekirse; 50'li, 60'lı hatta 70'li yıllarda çevrilen amerikan dizilerinde ve filmlerinde vuku bulan bir fenomendir. şehir merkezinden uzak banliyo denilen yerlerde, sıra sıra, güzel evlerde yaşayan mutlu ailelerin hayatları anlatılır bu filmlerde. küçük, gündelik hayata ilişkin sorunlardan fazlasının gösterilmediği steril yaşamlar falan filan... amerikan rüyası yani.
derken david lynch, film yapmaya başlar ki, 1986 yapımı blue velvet, banliyö yanılsamasının üzerine giden, bu yanılsamayı yerle yeksan eden filmlerin atası olarak kabul edilebilir. filmin başlangıcında, günlük güneşlik, mutlu bir kasabaya davet edildiğimizi sanarız. birbirine el sallayan insanlar, üstü açık arabalar, nalbur dükkanları, bahçesini sulayan yaşlı bir adam... derken bahçesini sulayan o adam birdenbire yere yıkılır, kalp krizi geçirmektedir. bir köpek telaşlı telaşlı havlamaya başlar ve lynch, kamerasını yavaş yavaş bu görüntülerden kaydırarak, çimenlerin arasındaki böcek topluluğunu gösterir. bu, filmin tamamını özetleyen sembolik bir sahnedir ki zaten lynch'in
ilgilendiği şey de, sakin, normal bir amerikan yaşamı değil, bu yaşamın ardındaki karmaşa ve ümitsizliktir.

nitekim twin peaks te te aynı konuya eğilen başka bir lynch filmidir. 90'larda banliyö yanılsamasını yıkan filmlerde farkedilir bir artış olur, bir kaç örnek vermek gerekirse; truman show ve pleasantville; bunlar konuyu medya eleştirisi üzerinden anlattıkları için iki boyutlu okumaya açık filmler. sonra yıllar önce lynch'in yaptığı şeyi sırf daha anlaşılır yaptığı için american beauty, oscarları silip süpürmüştü, hoş david lynch'in bir sürü oscar alan bir film yapmasını da hiç istemem ya neyse...
sonra bir todd haynes filmi olan far from heaven var. zaten bu film, doğrudan 50 li yıllarda çekilmiş bir holywood melodramı formundaydı ve gene hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlatmaya çalışıyor, steril ve sakin görünümlü amerikan hayatının asla konuşulmayan sırlarını ortaya çıkarıyordu.son zamanlardan bir örnek vermek gerekirse cnbc-e'de yayınlanan desperate housewives diyebilirim.
peki tüm bunları bilmek bir insana ne kazandırır? sanırım hiç bir şey...

Saturday, May 27, 2006

aguirre der zorn gottes

"aguirre: the wrath of god" veya türkçe adıyla "aguirre: tanrının gazabı". 1972 yapımı werner herzog filmi. "lope de aguirre" rolünde klaus kinski harikalar yaratmış, saf kötülüğü temsil ediyor sanki, o yüzden "tanrının gazabı" cuk oturuyor bu karaktere.
filmin konusu kısaca şöyle: bir grup ispanyol asker, yanlarına kölelerini, din adamlarını filan alarak, güney amerika'daki kayıp altın şehri el dorado'yu bulmak için kocaman bir salla amzon nehri boyunca seyahat ediyorlar. tabi yanlarında klaus kinski'nin canlandırdığı lope de aguirre denilen kişi de olduğundan başlarına gelmedik felaket kalmıyor.
minimalist bir hikaye ve diyaloglar da öyle. filmin tüm gerginliğine, sıkıntı verici havasına rağmen ufak tefek espriler de yok değil hani. hikaye, seyahate eşlik eden rahibin günlüğünden aktarılıyor hatta bazen rahibin dış sesinden dinliyoruz olanları. derken askerler çok hastalanıyor ve halüsinasyonlar görmeye başlıyorlar. o andan itibaren rahibin dış sesini bir daha duymuyoruz. çünkü son olarak şöyle diyor dış ses: "askerlerimizden biri mürekkebimi şurup sanarak içti, o yüzden günlüğüme burda son vermek zorundayım". halüsinasyonlar gören başka bir zenci köle de, kızılderililerin attığı bir okla yaralanıyor. sonra şöyle diyor: "bu orman yok, bu gemi yok, bu ok ta yok aslında..."


lop de aguirre (klaus kinski) : tanrının gazabı

hiç farketmez; ikisi için de tanrının gazabı diyebiliriz. çocukluğumdan beri korkarım bu adamdan...