Sunday, October 29, 2006

the talented mr ripley




patricia highsmith'in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmış.
ehem. ben bu filmi yaklaşık 6 yıl önce izlemiştim ilk defa. sonra bir kaç defa daha izledim. aslında birden fazla izlenecek kadar mükemmel bir film değildi. ama müzikleri çok güzel. sonunda dayanamayıp gidip kasedini almıştım. evet, benim önerim şu; eğer jazz müzik dinlemek istiyorsanız ama nerden başlayacağınızı bilemiyorsanız, bu filmi izleyin. gerçekten cazı sevdirebiliyor.


aslında büyük bütçeli ve bol starlı filmlerden ve anthony minghella'nın diğer filmleri olan the english patient ve cold mountain'dan nefret eden biri olarak bu filmin hakkının yendiği fikrindeyim. her edebiyat uyarlaması aslına bağlı kalmak zorunda değildir. kitapta hayli karizmatik ve güçlü bir karakter olarak resmedilen tom ripley, filmde acınası ve zayıf bir katil olarak gösterilmiş. sorun minghella'nın yanlış seçiminden ya da matt damon'ın beceriksizliğinden kaynaklanmıyordur eminim. nitekim minghella istese, kapısında sıraya dizilecek bir sürü yakışıklı, karizmatik kötü rol oyuncusu çıkar hollywood'dan. minghella öyle istediği için tom ripley, zayıf bir karakterdir ve çok ta iyi olmuştur bence böyle ve matt damon, bu rol için en iyi seçimdir. john malkovich'in ripley'i canlandırdığı ripley's game dünyanın en sıkıcı filmleri arasına girebilir ama bu film değil asla. katil de olsa ana karakterle kendini özdeşleştirme gereğini hisseden izleyiciler damon'dan ve onun canlandırdığı ripley'den nefret eder ve tüm filmden nefret etmiş olurlar böylece.
filmin en sevdiğim bölümleri; philip seymour hoffman, matt damon'ın my funny valentine'ı seslendirdiği sahne ve kilise korosunda stabat mater'i söyleyen küçük çocuğun olduğu sahne.
ayrıca, ripley'in sık sık aynada kendine bakması hadisesi, filmde kişilik bölünmesi ve şizofreninin altını çizen güzel bir ayrıntıdır. dickie'nin odasında onun kıyafetlerini giyip aynada kendine bakması ya da trende kompartımanda kendi yansımasını dickie'ninkiyle çakıştırıp kendine bakması gibi sahneler şimdilik hatırladıklarım... ayrıca filmin başında ve sonunda tom'un çatlak bir aynadan parçalara bölünmüş yansımasını izleriz. bu da şizofreniyi sinemada simgesel olarak anlatmanın başka güzel bir yoludur falan filan. bunların bir kısmını da sinema dergisinden okumuştum onu da belirteyim =)
gelelim müziklere...

soundtrack albümünün güzelliğinin yanında film hiç kalır diye düşünürüm. gabriel yared'in film için bestelediği birbirinden güzel theme müzüklerinin yanısıra, jazz ağırlıklı harika bir soundtrack albümü vardır bu filmin. arşivliktir kesinlikle. my funny valentine'ın matt damon yorumu, sinead o connor'ın şizofrenik şarkısı lullaby for cain, miles davis'ten nature boy, efendime söyleyim, dizzy gillespie'dan yerinde duramayan bir the champ yorumu, ve en güzeli vivaldi'nin stabat mater'i . herkes dinlesin...
ve son olarak belirtmek isterim, patricia highsmith'in aynı adlı romanı, mystery writers of america isimli kurumdan edgar allen poe ödülü almıştır. ve filmde cate blanchett'ın canlandırdığı meredith lounge karakteri romanda kesinlikle yoktur.

No comments: