Wednesday, May 31, 2006

the cinema of moral anxiety


1970'lerde polonya'da ortaya çıkan bir sinema hareketi.
ahlaksal kaygı sineması. krzysztof kieslowski ve agnieszka holland, tarzın yaratıcıları olarak kabul edilir. polonya'daki komünist sistemin dejenerasyonuna eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşan bir çok film yapılmıştır bu akım içerisinde. en önemli örneği 1979 yapımı camera buff'dır.

krzysztof kieslowski


27 haziran 1941 de, inşaat mühendisi bir babanın ve sekreter bir annenin oğlu olarak varşova(polonya)' da dünyaya geldi. kieslowski, ilk profesyonel eğitimini, 16 yaşındayken, bir ıtfaiyecilik okulunda aldı, kısa süreli bir eğitimdi ancak üniformalardan ve disiplinden nefret etmesine neden olmuştu. bu nedenle, mecburi askerlik hizmetinden kurtulmak için okula geri döndü. 1968 te mezun olduğu ve yönetmenlik üzerine 4 yıllık eğitim aldığı lodz film okuluna 3. girişiminde kabul edildi.
alongside andrzej wajda, roman polanski, jerzy skolimowski ve krzysztof zanussi gibi polonyalı yönetmenlerin mezun olduğu lodz film okulunu bitirdikten sonra, geliştirdiği kendine özgü tarzıyla son yirmi yılın en iyi bilinen polonyalı yönetmenlerinden biri oldu. ilk filmlerinde, sıradan polonyalı insanların kısıtlayıcı bir çevrede yaşamlarını nasıl devam ettirdiklerini beyaz perdeye yansıtarak, polonya'nın askeri yönetimine sosyal bir yorum getirmiş oldu. 16 mm lik, kısa, siyah-beyaz, belgesel niteliğindeki bu ilk filmlerinin 1960 ve 1970 lerin polonya sında hem sanatsal hem de politik bir rolü vardı.
1974 te, sosyal, politik ve ahlaki sorunları tartışan film yapımcılarının oluşturduğu bir grup olan, ahlaksal kaygı sinemasının (cinema of moral anxiety) bir üyesi oldu. 1976 da ilk önemli filmini yaptı ; the scar.
üçüncü filmi, blind chance, bilinçli seçimin gerekli olduğu mesajını üstü kapalı bir şekilde ima ettiği gerekçesiyle, polonyalı yetkililer tarafından 6 yıl boyunca yasaklandı.
1987 ve 1988 de, on emir'den hareketle ve televizyon için yapılan, büyük eleştirel beğeni kazanan dizi filmleri çekti ; the decalouge. bölümlerden ikisi, a short film about love ve a short film about killing , uzun metrajlı filmler haline getirilerek uluslar arası piyasaya sürüldüler. ikinci film, bir çok ödül kazandı.

daha sonra çektiği double life of veronique, irene jacob'a, cannes da en iyi kadın oyuncu ödülünü getirdi. yönetmenin en önemli filmiyse senaryosunu krzysztof piesiewicz ile birlikte yazdığı ve 1993-1994 yıllarında çektiği üç bölümden oluşan three colours'dır. üçlemeyi oluşturan filmlerden biri olan blue venedik'te altın aslan, white ise berlin'de gümüş ayı ödüllerini kazandılar.

krzysztof kieslowski, 13 mart 1996 da henüz 55 yaşındayken, varşova da, kalp krizi nedeniyle hayata veda etti.

Tuesday, May 30, 2006

jean-pierre jeunet


le fabuleux destin d'amelie poulain filminde marc caro 'yla yollarını ayıran yönetmenin ilk çalışması foutaises adlı bir kısa film. filmin castında neredeyse her jeunet filminde oynayan dominique pinon var sadece. delicatessen'de marc caro ile birlikte hem senaryoyu yazıp hem de filmi yönetmişler. la cite des enfants perdus 'da ise senaryoyu birlikte yazmışlar, marc caro sanat yönetmenliğini yapmış. alien resurrection 'i yoksayarak amelie 'ye gelirsek, marc caro isminin burda yer almadığını görüyoruz. önceki iki filmle aralarindaki farkın kimden kaynaklandığı da böylece ortaya çıkıyor. delicatessen ve la cite des enfants perdus daha karanlık ve sert, le fabuleux destin d'amelie poulain ise daha duygusal, romantik adeta bir feel-good filmi.

Monday, May 29, 2006

macguffin



alfred hitchcock 'un filmlerinde kullandigi bir yöntem ve bu yönteme verilen isim. ana öykünün gelisimine hizmet eden, ancak ne oldugu önemli olmayan sey ya da olaydir. seyirci bu seyi ya da olayi bilse de olur bilmese de...
örnek vermek gerekirse, notorious 'da asil olay ingrid bergman ve cary grant 'in iliskisidir, nazilerin aradigi uranyum degil.
pulp fiction 'daki canta ya da repo man 'deki isik saçan bagaj da macguffine birer örnektir.
bazi kaynaklarda mcguffin olarak ta geçiyor.

amadeus

esasında peter shaffer tarafından 1979'da yazılmış bir tiyatro oyunudur. mozart ve antonio salieri'nin hayatlarından kesitler anlatılmaktadır bu eserde. herşey salieri'nin, mozart'ın katili olduğunu iddia etmesiyle başlar. oyunda, gerçekle kurmaca içiçe girmiş durumdadır. tarih kitaplarında anlatılanlar mı, yoksa salieri'nin anlattıkları mı doğrudur, asla emin olamayacağız belki de...
oyun ilk kez 1980'de broadway'de sahnelendiğinde salieri'yi ian murry mckellen , mozart'ı da tim curry canlandırmış, her ikisi de tony ödüllerine aday gösterilmiş, ancak sadece mckellen kazanmış.
1984'te milos forman tarafından beyazperdeye uyarlanmış, bu defa da salieriyi f. murray abraham ve mozart'ı da tom hulce canlandırmışlar. 8 dalda oscar kazanmış; en iyi film, en iyi aktör (abraham), en iyi yönetmen (forman), sanat yönetimi, kostüm tasarımıııııı, makyaaaaaj, seeees ondan sonraa en iyi uyarlama senaryo dallarında olmak üzere...bir falco şarkısı olan rock me amadeus'a da ilham kaynağı olmuş (bana sorarsanız olmasa da olurmuş). aslında bu tom hulce'un yerine önce kenneth branagh, mozart'ı canlandıracakmış son anda yerine hulce geçmiş. iyiki de geçmiş, tom hulce çok şekermiş, çok ta güzel kahkaha atarmış. branagh ta, shakespeare'le oyalansın kendi çapında. zaten hulce başka doğru dürüst bir filmde oynamamış ki bu da ona kalsınmış...

Sunday, May 28, 2006

le charme discret de la bourgeoisie


türkçe "burjuvazinin gizemli çekiciliği" ya da ingilizce "discreet charm of the bourgeoisie " olarak ta geçen 1972 fransa/italya/ispanya ortak yapımı olan bir luis bunuel filmi. un film de luis bunuel...
gösterildiği yıl en iyi yabancı film oscar'ını almış olup bunu ziyadesiyle hak eder. hem ismi hem de afişiyle gönlümü çalmıştır.

devleti, kiliseyi, orduyu ve en önemlisi de burjuvaziyi, çoğu kez simgelerle, surrealist imgelerle, ruya benzeri sahnelerle hicveden harika bir kara film, taşlama hatta yer yer komedi... yıllar önce trt2'de neler anlatıldığını anlamadan büyülenmişçesine izlediğim film.

aklımda kalan tek kare, "bomboş bir alanda iki tarafı çimenlik bir asfaltta yürüyen iyi giyimli bir kaç kadın ve erkek". şimdi tekrar izleyince bu karenin filmin genel gidişatıyla hiç alakası olmayan ve filmde yaklaşık 3 ya da 4 kere gösterilen sembolik bir sahne olduğunu anladım ve yıllarca aklımda kalan tek kare olduğu düşünülecek olursa, bunuel'in başarısı daha iyi anlaşılıyor.

six degrees of kevin bacon


bacon sayısı olarak ta ifade edilebilir.
six degrees of separation fikrinden ve aynı adlı sahne oyunundan esinlenilerek yaratılmış gereksiz bir bilgisayar oyunu. şöyle ki; herhangi bir aktör adı giriyorsunuz. oyun, size bu aktörün kevin bacon'la olan ilişkisini basamaklar halinde veriyor. kevin bacon'a en fazla altı basamak sonunda ulaşabileceğiniz iddia ediliyor.
bir örnek ilen açıklayalım:
diyelim ki steve buscemi'nin bacon sayısını merak ettiniz:
1) Steve Buscemi, Big Fish (2003)'te Alison Lohman'la oynamıştı
2) Alison Lohman da Where the Truth Lies (2005)'da Kevin Bacon'la birlikte rol aldı.
demek ki buscemi'nin bacon sayısı 2 imiş.
http://oracleofbacon.org/ adresinden oynanabiliyor.

brat pack

1980 lerde oynadiklari ilk filmle söhreti yakalamis ve genellikle ayni fimlerde biraraya gelen bir grup genç aktör ve aktrise verilen isim. bu isim 'new york' dergisine kapak olmus bir hikayeden (haziran, 1985) gelmektedir. terim esasinda rat pack üzerine yapilmis bir kelime oyunudur.

brat pack üyelerinin oynadigi önemli filmler:
the breakfast club
the outsiders
st elmo's fire


üyeler:
emilio estevez
anthony michael hall
rob lowe
andrew mccarthy
judd nelson
molly ringwald
ally sheedy
demi moore
mare winningham


peki rat pack nedir?
1950 lerde frank sinatra, samy davis jr, dean martin, joey bishop ve peter lawford'dan olusan bir grup eglence adamina verilen isim. sürekli las vegas ta takilirlarmis. hatta bu tayfanin hep birlikte çevirdigi filmler vardir :
ocean's eleven (1960)
robin and the seven hoods (1964)

banliyö yanılsaması

popüler sinema dergisi yazarlarının sık sık kullandıkları bir terim olup, internette ne kadar araştırdıysam da böyle bir terime rastlayamadım. açıklamak gerekirse; 50'li, 60'lı hatta 70'li yıllarda çevrilen amerikan dizilerinde ve filmlerinde vuku bulan bir fenomendir. şehir merkezinden uzak banliyo denilen yerlerde, sıra sıra, güzel evlerde yaşayan mutlu ailelerin hayatları anlatılır bu filmlerde. küçük, gündelik hayata ilişkin sorunlardan fazlasının gösterilmediği steril yaşamlar falan filan... amerikan rüyası yani.
derken david lynch, film yapmaya başlar ki, 1986 yapımı blue velvet, banliyö yanılsamasının üzerine giden, bu yanılsamayı yerle yeksan eden filmlerin atası olarak kabul edilebilir. filmin başlangıcında, günlük güneşlik, mutlu bir kasabaya davet edildiğimizi sanarız. birbirine el sallayan insanlar, üstü açık arabalar, nalbur dükkanları, bahçesini sulayan yaşlı bir adam... derken bahçesini sulayan o adam birdenbire yere yıkılır, kalp krizi geçirmektedir. bir köpek telaşlı telaşlı havlamaya başlar ve lynch, kamerasını yavaş yavaş bu görüntülerden kaydırarak, çimenlerin arasındaki böcek topluluğunu gösterir. bu, filmin tamamını özetleyen sembolik bir sahnedir ki zaten lynch'in
ilgilendiği şey de, sakin, normal bir amerikan yaşamı değil, bu yaşamın ardındaki karmaşa ve ümitsizliktir.

nitekim twin peaks te te aynı konuya eğilen başka bir lynch filmidir. 90'larda banliyö yanılsamasını yıkan filmlerde farkedilir bir artış olur, bir kaç örnek vermek gerekirse; truman show ve pleasantville; bunlar konuyu medya eleştirisi üzerinden anlattıkları için iki boyutlu okumaya açık filmler. sonra yıllar önce lynch'in yaptığı şeyi sırf daha anlaşılır yaptığı için american beauty, oscarları silip süpürmüştü, hoş david lynch'in bir sürü oscar alan bir film yapmasını da hiç istemem ya neyse...
sonra bir todd haynes filmi olan far from heaven var. zaten bu film, doğrudan 50 li yıllarda çekilmiş bir holywood melodramı formundaydı ve gene hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlatmaya çalışıyor, steril ve sakin görünümlü amerikan hayatının asla konuşulmayan sırlarını ortaya çıkarıyordu.son zamanlardan bir örnek vermek gerekirse cnbc-e'de yayınlanan desperate housewives diyebilirim.
peki tüm bunları bilmek bir insana ne kazandırır? sanırım hiç bir şey...

Saturday, May 27, 2006

aguirre der zorn gottes

"aguirre: the wrath of god" veya türkçe adıyla "aguirre: tanrının gazabı". 1972 yapımı werner herzog filmi. "lope de aguirre" rolünde klaus kinski harikalar yaratmış, saf kötülüğü temsil ediyor sanki, o yüzden "tanrının gazabı" cuk oturuyor bu karaktere.
filmin konusu kısaca şöyle: bir grup ispanyol asker, yanlarına kölelerini, din adamlarını filan alarak, güney amerika'daki kayıp altın şehri el dorado'yu bulmak için kocaman bir salla amzon nehri boyunca seyahat ediyorlar. tabi yanlarında klaus kinski'nin canlandırdığı lope de aguirre denilen kişi de olduğundan başlarına gelmedik felaket kalmıyor.
minimalist bir hikaye ve diyaloglar da öyle. filmin tüm gerginliğine, sıkıntı verici havasına rağmen ufak tefek espriler de yok değil hani. hikaye, seyahate eşlik eden rahibin günlüğünden aktarılıyor hatta bazen rahibin dış sesinden dinliyoruz olanları. derken askerler çok hastalanıyor ve halüsinasyonlar görmeye başlıyorlar. o andan itibaren rahibin dış sesini bir daha duymuyoruz. çünkü son olarak şöyle diyor dış ses: "askerlerimizden biri mürekkebimi şurup sanarak içti, o yüzden günlüğüme burda son vermek zorundayım". halüsinasyonlar gören başka bir zenci köle de, kızılderililerin attığı bir okla yaralanıyor. sonra şöyle diyor: "bu orman yok, bu gemi yok, bu ok ta yok aslında..."


lop de aguirre (klaus kinski) : tanrının gazabı

hiç farketmez; ikisi için de tanrının gazabı diyebiliriz. çocukluğumdan beri korkarım bu adamdan...