Tuesday, October 31, 2006

kiki's delivery service


bugün 31 ekim. yani cadılar bayramı. günün mana ve önemine uygun bir film önermek isterim herkese. bırakın harry potter'ı, nightmare before christmas'ı. 80'lerin sonunda televizyonda izlediğimiz japon çizgifilmleri şeker kız candy, yedi renkli çiçeği arayan kız filan tadında bir animasyon bu. harika insan hayao miyazaki'nin 1989 tarihli anime filmi. kiki's delivery service, yani kiki'nin kurye servisi.
süper yardımsever, 13 yaşındaki "cadı" kiki ve siyah, cici kedisi jiji'nin maceraları. bikaç saat boyunca 10 yaşındaymışım gibi hissetmiştim kendimi.

Sunday, October 29, 2006

kim sevmez steve buscemi'yi?


ben bayılıyorum. oynadığı film ne olsa izlerim. şimdi burda kendimi de ele vermiş olcam ama, kankası olduğunu zannettiğim adam sandler'ın çok berbat filmlerinden biri olan billy madison'ı izlerken birdenbire cameo bir rolde karşıma çıkınca bile, sevindirik olmuştum. adam sandler, eski okul arkadaşı olan steve buscemi'yi yıllar sonra arayıp, okuldayken kendisine çok kötü davrandığı için özür diliyor, steve buscemi de, adam sandler'ı duvarındaki "öldürülecekler" listesinden siliyordu =)
rezervuar köpeklerindeki bahşişe inanmayan mr. pink, barton fink'te acayip resepsiyon görevlisi, sonracığımaa fargo'da kadını kaçıran salaklardan daha zeki olanı, bir de big lebowski'deki kalp hastası donny rolleri şimdilik hatırladıklarım.
arada con air, armageddon gibi büyük bütçeli hollywood hataları yapmış olsa da, genelde bağımsız ve düşük bütçeli filmlerde nevrotik, paranoyak, sorunlu karakterleri canlandırır kendisi.
çok bilinmez ama 1995 yapımı tom dicillo filmi "living in oblivion"da da oynuyordu. o filmi ve adı geçmişken diğer dicillo filmleri "the real blonde" ve "box of moonlight"ı şiddetle öneririm. bir ara bunlardan da bahsederim belki.

evet biz de seviyoruz buscemi'yi amaaaa belçikalı müzik yapımcısı, Dirk Swartenbroeckx diye acayip isimli bir amca olayı abartarak, "buscemi" adında bir trip-hop projesi gerçekleştirmiş. esin kaynağının kim olduğu ortada..

son olarak bu akşam öğrendiğim bişeyi paylaşmak istiyorum. şimdi john waters diye bir yönetmen vardır bilmem bilir misiniz? adam manyak. eleştirmenler avant-garde demeyi tercih ediyo tabi =) en ünlü filmi pink flamingos. divine mı ne denen erkek mi kadın mı ne olduğu belli olmayan tuhaf şişko bir yaratığın köpek kakası yediği filmler yapıyo. ama gerçekten de yiyolarmış yaa iğreeeenç.
neyse efendim, şimdi bu john waters denen amca şöyle biri:



kime benziyooo? evet evet steve buscemi'ye. ve kendisi de bunun farkında ki, şöyle bir muziplik yapmış. steve buscemi'ye bir krismıs kartı hazırlamış. buscemi'nin bir fotoğrafını alıp, onu john waters kılığına sokmuş, altına da bir kutlama yazısı yazıp buscemi'ye göndermiş. şık bir latife. bu arada buscemi de bir john waters filminde oynamayı kabul etmiş.

buyrun krismıs kartı da burda:



velhasıl-ı kelam, bir filmde buscemi oynuyorsa korkmadan izleyiniz, izlettiriniz. kesin bir güzellik vardır içinde...

cameo


Çok yönlü bir kelime bu cameo. En çok bir tür oymacılık sanatı ve bu sanata göre yapılan mücevherler için kullanılıyor. güzel bişiymiş ama bizi burada sinemadaki kullanımı ilgilendiriyor.

“Cameo rol” denilen bir olay var sinemada, şööle kiiii; ünlü insanların bir filmde uncredited olaraktan kısacık bir rolde görünmesine cameo deniliyor. oynayan kişinin illa da aktör olması gerekmez. yönetmenler, politikacılar, müzisyenler, sporcular vs. olabilir hep.
bunun ilk örneğine 1924 yapımı sessiz bir filmde rastlıyoruz. entr'acte adlı bu filmde, filmin müziklerini de yapan erik satie kısa ve anlamsız bir rolde görünür.
sonracığıma alfred hitchcock var mesela. kendisi bu olayı abartmış ve neredeyse her filminde görünmeyi takıntı haline getirmiştir.
sunay akın'ın önce çocuklar ve kadınlar kitabında bu konuyla ilgili çok hoş bir anektod vardır:
"lifeboat adli filmi, bir alman denizaltisinin torpilledigi gemiden kurtulan kazazedelerin hayatta kalma savaslarini anlatir. film, bir filikada, okyanusun ortasinda geçer ve bu filmde bile alfred hitchcock bir sahnede görünmeyi basarir. arkadan yüzerek geçen adam olamayacagi için kendince bir yöntem bulmustur. oyunculardan biri, sandalda buldugu bir gazeteyi alir eline ve okumaya baslar. sayfalardan birinde reduco isimli bir zayiflama ilacinin reklami vardir. reklamda 150 ve 100 kiloluk iki adamin resmi vardir ve ikisi de ayni adamdir. ve tabii ki bu adamlar alfred hitchcock'un kendisidir."
pek çok konuda hitchcock'tan esinlenmeleri olduğunu belli eden yönetmen night shyamalan'ın da filmlerinde görünme takıntısı var. ama onunkiler cameo mu tam olarak bilmiyorum, çünkü bayaa esaslı roller oluyo. hele son filmi "lady in the water"da nerdeyse başroldeydi.
ha bir de peter jackson var. yüzüklerin efendisi üçlemesinin yönetmeni olarak herkes tarafından tanındı. bu adam da her yönettiği filmde görünme takıntısı olanlardan.
bu cameo rol olayının alttan alta bööle mizahi bir tarafı da var, çok tatlı bişiy bence. ayrıntılara dikkat edenler ve sevenlere yönelik bişiy.
mesela bkz. yukardaki resim taxi driver adlı filmden bir sahne. yönetmen martin scorsese'i yerde oturmuş kameraya bakarken cameo bir rolde görebiliyoruz. nerden anlıycaz filmi izlerken dimi. işte bööle komik bişiy cameo yaa ya =)

the talented mr ripley




patricia highsmith'in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmış.
ehem. ben bu filmi yaklaşık 6 yıl önce izlemiştim ilk defa. sonra bir kaç defa daha izledim. aslında birden fazla izlenecek kadar mükemmel bir film değildi. ama müzikleri çok güzel. sonunda dayanamayıp gidip kasedini almıştım. evet, benim önerim şu; eğer jazz müzik dinlemek istiyorsanız ama nerden başlayacağınızı bilemiyorsanız, bu filmi izleyin. gerçekten cazı sevdirebiliyor.


aslında büyük bütçeli ve bol starlı filmlerden ve anthony minghella'nın diğer filmleri olan the english patient ve cold mountain'dan nefret eden biri olarak bu filmin hakkının yendiği fikrindeyim. her edebiyat uyarlaması aslına bağlı kalmak zorunda değildir. kitapta hayli karizmatik ve güçlü bir karakter olarak resmedilen tom ripley, filmde acınası ve zayıf bir katil olarak gösterilmiş. sorun minghella'nın yanlış seçiminden ya da matt damon'ın beceriksizliğinden kaynaklanmıyordur eminim. nitekim minghella istese, kapısında sıraya dizilecek bir sürü yakışıklı, karizmatik kötü rol oyuncusu çıkar hollywood'dan. minghella öyle istediği için tom ripley, zayıf bir karakterdir ve çok ta iyi olmuştur bence böyle ve matt damon, bu rol için en iyi seçimdir. john malkovich'in ripley'i canlandırdığı ripley's game dünyanın en sıkıcı filmleri arasına girebilir ama bu film değil asla. katil de olsa ana karakterle kendini özdeşleştirme gereğini hisseden izleyiciler damon'dan ve onun canlandırdığı ripley'den nefret eder ve tüm filmden nefret etmiş olurlar böylece.
filmin en sevdiğim bölümleri; philip seymour hoffman, matt damon'ın my funny valentine'ı seslendirdiği sahne ve kilise korosunda stabat mater'i söyleyen küçük çocuğun olduğu sahne.
ayrıca, ripley'in sık sık aynada kendine bakması hadisesi, filmde kişilik bölünmesi ve şizofreninin altını çizen güzel bir ayrıntıdır. dickie'nin odasında onun kıyafetlerini giyip aynada kendine bakması ya da trende kompartımanda kendi yansımasını dickie'ninkiyle çakıştırıp kendine bakması gibi sahneler şimdilik hatırladıklarım... ayrıca filmin başında ve sonunda tom'un çatlak bir aynadan parçalara bölünmüş yansımasını izleriz. bu da şizofreniyi sinemada simgesel olarak anlatmanın başka güzel bir yoludur falan filan. bunların bir kısmını da sinema dergisinden okumuştum onu da belirteyim =)
gelelim müziklere...

soundtrack albümünün güzelliğinin yanında film hiç kalır diye düşünürüm. gabriel yared'in film için bestelediği birbirinden güzel theme müzüklerinin yanısıra, jazz ağırlıklı harika bir soundtrack albümü vardır bu filmin. arşivliktir kesinlikle. my funny valentine'ın matt damon yorumu, sinead o connor'ın şizofrenik şarkısı lullaby for cain, miles davis'ten nature boy, efendime söyleyim, dizzy gillespie'dan yerinde duramayan bir the champ yorumu, ve en güzeli vivaldi'nin stabat mater'i . herkes dinlesin...
ve son olarak belirtmek isterim, patricia highsmith'in aynı adlı romanı, mystery writers of america isimli kurumdan edgar allen poe ödülü almıştır. ve filmde cate blanchett'ın canlandırdığı meredith lounge karakteri romanda kesinlikle yoktur.

sayaçlar diyor ki;

uzun züredir bişiy yazmadığım halde zaman zaman takip eden insanların olduğunu farkettim bu blogu. belki de arada bi bişiler yazsam iyi olur. ama maalesef bu sıralar üstümde öyle bir tembellik, öyle bir ağırlık var ki; hiç doğru dürüst film izlemiyorum. izlediklerim ya saçma sapan şeyler oluyo ya da eskiden izlediklerimi yeniden izliyorum felan.. onlar hakkında yaziim bari.