Wednesday, October 31, 2007

darcymania


hiç yakıştıramadım kendime cık cık cık. ikisi de evli barklı, çoluk çocuk sahibi adamlar.

Tuesday, October 23, 2007

Control



Cumartesi gecesi Filmekimi programında yer alan ahanda yukarıda afişini görmüş olduğunuz bu Anton Corbijn filmini izledim. Beğendim. Ammaaaa, sinema açısından o kadar da önemli bir film olduğunu düşünmüyorum ben (ben kim oluyorum). Neyse işte ne biliim. İçgüdüsel olarak kendi görüşlerime göre şeediyorum burda. Etkilenemedim filmden. Bunda daha önce 24 Hour Party People'ı izlemiş olmamın etkisi büyük bana kalırsa. Çünkü kendimi 24 Hour Party People'da izleyip öğrenmiş olduğum Joy Division hikayesinin üstüne hiçbir şey katmamışım gibi hissediyorum. Ian Curtis'in karısı Deborah Curtis'in kitabından senaryolaştırıldığı için karısıyla olan ilişkisi ekseninde dönen bir hikaye olmuş elbette. Tabi ki Ian Curtis'in hayatında ve ölümünde karısının yeri çok önemliymiş anladığımız kadarıyla. O hikaye üzerinde durulması normal, ancak ben Ian Curtis'in müziğe duyduğu aşkın da biraz daha fazla anlatılmasını isterdim bu filmde. Ya da bilmiyorum tam olarak tatmin olamadım, eksik olan şeyi de dile getiremiyorum. Belki de Anton Corbijn'in aslında sinemacı değil de fotoğrafçı olmasından kaynaklanan birşey hissediyor olabilirim. Çok güzel siyah-beyaz Joy Division ve Ian Curtis fotoğraflarının arka arkaya sıralandığı ama hikayenin çok ta akıcı anlatılamadığı bir film olmuş, şeklinde bir görüşüm de var.

Bu arada Ian Curtis, uzun saçlı ve mutlu olduğu 70'li yıllarda gerçekten çok şeker. Keşke hep öyle kalabilseymiş.

Ve ayrıcana benim gibi başka merak eden oldu mu bilmiyorum ama ben Ian'ın küçük kızı Natalie Curtis'in şu anda nasıl biri olduğunu ve ne yaptığını çok merak ettim. ve bilgiye ulaşmak hiç te zor olmadı. kendisi 28 yaşında benimlen yaşıt, fotoğrafçılıklan uğraşıyor. babasının kopyası maşalla, bahtı benzemesin!

Natalie Curtis Myspace: http://www.myspace.com/16apr79


Sunday, October 21, 2007

Sunday, September 30, 2007

=(



pride and prejudice, sense and sensibility ve emma ve bu tip aşağı yukarı 3 tane daha önemli romanın yazarı olan jane austen'ın pride and prejudice adlı eserini yazarken başından geçen acı bir aşk hikayesini konu alıyor film. insan james mcavoy'a hayran kalabiliyor. jane austen'ın bütün kitaplarını okumak istiyor, sonra sinema uyarlamalarını izlemek te istiyor, bay darcy'ye hayran olmak filan. çok kızsal şeyler. olmamalı yanlış bunlar...

höf. herşey bu filmi izledikten sonra başladı. birden romantik ve duygusal bir insan oluverdim. bir an önce duygusuz günlerime geri dönmek istiyorum.

Sunday, September 23, 2007

The Darjeeling Limited

Wes Anderson'ın yeni filmi 29 Eylül'de Amerika'da gösterime girecekmiş. Bizde ne zaman gösterilcek acaba? Çok fazla izlemek istiyorum.
Owen Wilson, Adrien Brody ve Jason Schwartzman, babalarının ölümünden sonra Hindistan'a tren yolculuğu yapan 3 kardeşi canlandırıyolarmış filmde.
Wes Anderson'ı seviyorum. Hatırlatmak için yazayım: kendisi, Rushmore, The Royal Tenenbaums ve The Life Aquatic with Steve Zissou'nun yönetmenidir.

buyrun bu da tietrikıl treylır.

Tuesday, September 18, 2007

izlediğim filmler

Seçici değilim, ne film varsa izliyorum abi.

Stranger Than Fiction (2006) - 8.5/10




Cashback (2006) - 6.5/10



Ratatouille (2007) - 9/10


La lengua de las mariposas (1999) - 8/10





Global heresy(2002) - 5/10



Let's go to Prison (2006) - 6/10



Eight Below (2006) - 7/10



You, Me and Dupree (2006) - 4/10



Deja Vu (2006) - 0/10

Saturday, August 04, 2007

Career Girls




Öncelikle, bu filmi izlememe vesile olan Domatesadam'a, Tolga'ya ve Burcu'ya teşekkür ederim.
Sonralıkla, derim ki; eğer intihar etmeden ya da uyuşturucuya başlamadan 27 yılı geride bırakıp 28 yaşınıza geldiyseniz ve üniversite yıllarında güzel dostluklar yaşadıysanız, bu film sizin de hüzünlenmenize neden olabilir.


Peki neden, filmin ana karakterleri Annie ve Hannah duvarlarına The Cure posterleri asarlar ve de sabah akşam Cure dinlerlerken, hem Annie'yi hem de Hannah'yı aynı anda idare etmeye çalışan gıcık, maço çocuk The Smiths tişörtü giyiyordu? Morrissey'i hiç sevmiyorum. The Smiths'te sevdiğim tek şey gitarlar. Artık filmle ne alakası varsa...

Saturday, June 09, 2007

ELLING




Telefonları sevmem, çalan kapıları açmam, tek başıma alışverişe gitmeyi sevmem, dışarı çıkmayı sevmem, ana kuzusuyum, insanlardan korkuyorum, tanımadığım insanların yanında kendimi huzursuz hissederim, sosyofobiğim ben. Anne ve babamdan yardım almak için çok yaşlı, Norveç Hükümetinden yardım almak içinse çok yabancıyım. Bir dönem şair olduğumu da düşünmüştüm. Bu filmi sevmemem için hiç bir neden yok ve daha fazla saçmalamamam için de. O zaman artık yazmasam iyi olur.

Thursday, May 10, 2007

Across The Universe

Önümüzdeki Eylül'de gösterime gircekmiş bu müzikal film. Çok izlemek istedim, hemencecik gelsün!

Saturday, May 05, 2007

potpuri

Çeşitli filmler izledim. Fazla laf kalabalığı yapmadan kısa kısa bilgiler vercem, meraklısına...


BAD TIMING

1980 yapımı Nic Roeg filmi. Tuhaf, bazen rahatsız edici ve çok fazla etkileyici. Gerilimi, kadın-erkek ilişkisi üzerinden sağlayan bir acayip film. Art Garfunkel'ın başrol oyuncusu olması ilginç. Ayrıca Theresa Russell, bu kadar iyi bir oyuncu olmasına rağmen neden yeteri kadar ünlü olamamış ve şu anda nerde neler yapıyor?
Tavsiye ediyorum, izleyin.






BRIDGE TO TERABITHIA

2007 yapımı Disney filmi. Afişi ve fragmanları nedeniyle fantastik bir çocuk filmi olduğunu düşündürüp, ters köşeye yatıran ağlak bir dram. Çocuk oyuncular çok iyiler ama gene de sevmedim. Amerikan zırvası.





MYSTERY TRAIN

1989 yapımı Jim Jarmusch filmi. Uzun süredir bu kadar güzel bir film izlememiştim. 3 hikayeden oluşuyor. Böyle filmlere portmanteau film deniyomuş, öğrenin genel kültür şeysi olaraktan. Neyse efenim, Elvis'in memleketi Memphis'in başrolde oynadığı ve bir şekilde bir noktada birleşen üç farklı hikaye. Steve Buscemi gene bir numara. The Clash solisti Joe Strummer bile var. Anlatmakla bitmez ki... Muhakkak izleyin.





Aslında bikaç tane daha var. Ama şimdi makarnayı karıştırmam gerektiği için daha sonra devam etcem bu yazıya. heh.

Monday, April 16, 2007

Little Children



Daha önce bu blogda bahsetmiş olduğum banliyö yanılsaması şeysini anlatan bir film daha. Bu konudan hala bayılmadıysanız filmi seveceksiniz. Ben artık nefret ettim. Tamam anladık. Aslında Amerikan rüyası diye bişiy yok. Herşey sahte, sonuçta onlar da insan ve hata yapabiliyorlar falan filan. Ama artık bu konuyu anlatan bir filmi daha kaldırmıyor benim bünyem.
Amerikalılardan ve onlara özgü olan herşeyden midem bulanıyor.
Herşeyin bir sebebi olmasından da bıktım. Kimse tarafından sevilmediği, dışlandığı ya da küçüklüğünde bir travma yaşamış olduğu için suç işleyen karakterlerden de bıktım. Yetti be püf!!!

Copying Beethoven, "Copying" Dostoyevski, "Copying" Amadeus




Bu sene İstanbul Film Festivali'nde gösterilen, şu yukarda afişini görmüş olduğunuz film, "Copying Beethoven"; böyle ünlü sanatçıların hayatlarını anlatan filmleri seven biri olarak bayaa ağzımı sulandırmıştı. Sonra nasıl olduysa izledim. Ancak beklentilerimi boşa çıkardı. Peki neden?

Çünkü daha önce izlediğim iki filmden çalıntı fikirler içerdiği fikrine kapıldım. Sadece benzerlik bulmaya çalıştığı zamanlarda açılan algımın bana bir oyunu mu bu, yoksa gerçekten de yönetmen böyle bir densizlik yapmış olabilir mi bilmiyorum. ama ben sevmedim bi kere napalım?
O sözünü ettiğim iki filmse The Gambler (1997) ve Amadeus(1984).
The Gambler, Dostoyevski'nin, Kumarbaz adlı romanını yazma aşamasını sinemaya aktarmaya çalışmış olan bir film. Bir kaç sene önce TRT2'deki Sinema ve Edebiyat kuşağında izlemiştim. Dostoyevski yayıncısı Stellovsky'ye borçlu olduğu için 1 ay içinde yeni romanı "Kumarbaz"ı bitirmek zorundadır. Kendisine yardım etmesi için işe aldığı Anna Snitkina, Dostoyevski'nin tüm hayatını değiştirir, Anna'yla evlenir falan filan. Film bu gerçeklere dayanan öyküden yola çıkılarak çekilmiş. Bir yandan Dostoyevski ve Anna arasında gelişen ilişki ve bir yandan da o sırada yazmaya çalıştıkları Kumarbaz, birlikte gelişen iki öykü olarak anlatılıyodu filmde.
Şimdi gelelim Copying Beethoven'la alakasına.
Yıl 1824. Beethoven hayatının son yıllarını yaşamakta ve 9. senfoniyi bitirme çabası içinde. Sağırlık, yalnızlık ve gün geçtikçe bozulan ruhsal durumu nedeniyle çok zor günler geçiriyor. Bu yüzden senfoniyi bitirmek te hayli zor. Sonra kendine bir yardımcı bulmalarını istiyor. Ve bulunan yardımcı konservatuar öğrencisi genç bir bayan. Adı daaa: Anna Holtz. e yuh diyorum bari ismi değiştirseydiniz. Beklenildiği üzere, Anna, Beethoven'ın kalan bir kaç yılını değiştiriyor, güzelleştiriyor.
Ancak şu noktaya dikkat çekmek isterim ki, Dostoyesvski'nin Anna'sı gerçek bir karakterdi, Beethoven'ın Anna'sı ise kurgusal. Yorumu size bırakarak hemen Amadeus'la ilgili şüphelerime geçiyorum.
Evek, Copying Beethoven esas öyküyü Dostoyevski'nin hayatından araklarken, diğer ayrıntılarda Amadeus'u taklit etmekten çekinmemiş gibi görünüyor. Film boyunca bunu hissettim ama bir sahne var ki orda emin oldum. Beethoven'ın hasta yatağındayken, yaptığı besteyi Anna Holtz'a yazdırdığı sahne, Amadeus'ta, Mozart'ın gene hasta yatağında Requiem'in Confutatis bölümünü Salieri'ye yazdırdığı sahneyle nerdeyse birebir aynı. Ha sonra bi de şey var. Beethoven'ın Anna Holtz'ın yaptığı besteyle dalga geçtiği sahne de, Mozart'ın Handel ve Salieri'nin eserleriyle dalga geçtiği sahneler birbirine çok benziyor. Anlaşılan o ki, Beethoven'ın karakteri üzerine kafa yormaktansa, ikisi de dahi ikisi de müzisyen diyerek, hazırda elinin altında bulunan "Mozart karakterini" Beethoven'a mal etmekte bir sakınca görmemiş yönetmen Agnieszka Holland.
Böyle filmlere prim vermeyelim, izlemeyelim, izlettirmeyelim, festivallere getirmeyelim. Haa tv'de gecenin bir yarısı verilirse izleyebilirsiniz bak...

Wednesday, February 07, 2007

Adaptation ve Ouroboros




Bu film, -yani Adaptation işte canım Tersyüz diye gösterildi ya bizde- dünyanın en güzel filmi değil. Charlie Kaufman'ın senaryosunu yazdığı diğer filmler "Being John Malkovich" ya da "Eternal Sunshine of Spotless Mind" kadar güzel de değil. Ancak, bu filmle aramda özel bişey var benim, o yüzden seviyorum tamamen duygusal.
Nolduğunu merak ediyosanız buyrun burdan:
"Bendeniz, bundan yaklaşık 5 yıl önce filan okulun kütüphanesini karıştırırken bulduğum kalıncaaa Sanat dergilerinden rastgele bir sayı seçip, içinden de rastgele bir sayfayı açıp okumaya başlamıştım. (Halbuki oraya Kimya kitaplarına bakmaya gitmiştim ehun) Açtığım sayfada, hayatım boyunca karşılaşmış olduğum en gizemli, en ilginç, en tanıdık ama bir o kadar da yabancı olan bir imgeyle karşılaştım. OUROBOROS.

iyiliği ve kötülüğü temsil eden iki tanrının varolduğuna inanan gnostik düşünce, kendi kuyruğunu yutan ejderha başlı yılan.
sonsuz bir kısırdöngünün, iç içe geçmişliğin, birbirini takip eden, süregelen herşeyin simgesi.



sonracığıma öğrendiğim bu yeni kelime ve temsil ettiği şeyden o kadar etkilendim ki, onu herhangi bir yerde herhangi bir şekilde kullanmayı istedim.
Aynı hafta Cuma günüydü, sinemalarımıza gelen filmler arasından sırf afişini beğendim diye (gene!) Adaptation'u seçtim.
Kendimi Charlie Kaufman'ın kendini ezen, nefret eden ve yokolmak isteyen karakteriyle, daha film başlar başlamaz özdeşleştirebilmem şöyle dursun. bi dakka ya gerçekten şöyle dursun. şimdi buraya filmin açılış sahnesinde Charlie Kaufman karakterinin (Nicholas Cage'in canlandırdığı) iç sesinden dinlediğimiz monologu aktarmak istiyorum. sonra durduğumuz yerden devam ederiz canım bi bekleyin. sıkılanlar terkedebilir, sayıklıyorum ne de olsa.

"kafamda özgün bir düşünce var mı? kel kafamda? belki daha mutlu olsaydım, saçlarım dökülüyor olmazdı.hayat kısa. iyi değerlendirmem gerek. bugün kalan hayatımın ilk günü. ben yürüyen bir klişeyim. doktora gidip, bacağımı muayene ettirmem gerek. yanlış bir şey var. kalça kemiğim. dişçi gene aradı. çok geç kaldım. işlerimi ertelemeyi kesersem, daha mutlu olabilirim. tek yaptığım koca kıçımın üstünde oturmak. kıçım bu kadar büyük olmasaydı, daha mutlu olabilirdim. gömleklerimi kıçımı saklamak için sarkıtmazdım.tekrar jokinge başlamalıyım. günde 5 mil, bu sefer yapmalıyım. belki de kaya tırmanışı. hayatımı tersine çevirmeliyim. ne yapmam gerek?aşık olmam gerek. bir sevgilimin olması gerek. daha fazla okumalıyım. kendimi geliştirmeliyim.rusça falan öğrensem nasıl olur? ve ya bir enstrüman alsam? çince konuşabilirim. çince konuşan ve obua çalan senaryo yazarı bulmak oldukça güç. bu harika olur.saçımı kısa kestirmem gerek. kendimi ve insanları saçlarım konusunda kandırmaya çalışmayı kesmeliyim.ne kadar üzücü? olduğum gibi görünüp, kendime güvenmeliyim. kadınların etkilendiği şeyde bu değil midir?erkeklerin çekici olmasına gerek yok. ama bu doğru değil. özellikle de şu günlerde. bu aralar erkeklerin üzerindeki baskı neredeyse kadınların üzerindeki kadar. neden sadece var olduğum için gülünç duruma düştüğümü hissediyorum? belki de beyin kimyamdan dolayıdır. belki de benimle ilgili yanlış olan şey budur. kötü kimya. hormonel sorunlar ve korkular kimyasal dengesizliğe indirgenebilir. ya da bir çeşit tepki vermeyen sincapsam. bu konuda birinden yardım almalıyım... ama akabinde de çirkin olacağım. hiçbir şey bunu değiştiremez."

evet şimdi durduğumuz yerden devam edelim. bu film, ünlü yazar susan orlean'in çok satan kitabı "the orchid thief" (orkide hırsızı)i senaryolaştırmaya çalışan ama bir türlü beceremeyen sonunda kitabı senaryolaştırma aşamasındaki charlie kaufman'ın yaşadıklarını senaryolaştırmaya çalışan charlie kaufman'ın yaşadıklarını anlatıyor. elinde ayna tutan bir adamın karşısındaki aynadan yansımasına bakması gibi bişiy ne biliim işte.
sonra filmin ortalarında bir yerlerde yaptığı şeyin garipliğini bir anda anlayan Charlie Kaufman, yine kendi kendini aşağılayarak şöyle der: "it's called ouroboros, and that's me."


sanırım bu, izlerken ağladığım en ilginç film sahnesi olabilir...

Thursday, January 04, 2007

ordan burdan...


Uzun süredir yazmamamın sebebi film izlemiyor olmam değil, hakkında yazmaya değer bulduğum bir film izlememiş olmam. o yüzden de şimdi izlediğim bir kaç filmi burda bir postada eriteceğim hahaha.

A TOUCH OF SPICE
son günlerde, bilinçli bir sinema izleyicisine hiç yakışmayan tavır ve tutumlar sergilemekteyim. şöyle ki; film hakkında önceden hiçbir malumata sahip olmadan, sırf afişini sevdim diye izliyorum. sonuç çoğu zaman hüsran olsa da, dersimi almayıp, sonraki seferde gene aynı şeyi yapıyorum. işte bu şekilde izlediğim filmlerden biri A TOUCH OF SPICE ya da orijinal ismiyle POLITIKA KOUZINA.
bu çözünürlüğü bozuk afişten başka makul boyutlarda bişi bulamadım idare ediverin.

Yunan yönetmen Tassos Boulmetis'in "otobiyografik" ilk filmi. 70'li yıllarda Türkiye ve Yunanistan arasındaki politik gerilimi fona bir güzel yerleştirip, baharatlar, Türk mutfağı, çocukluğa özlem ve aile ilişkileri gibi konular işlenmiş. filmde sürekli bahsedilen, görülmediği halde yemeklere lezzet veren "baharat"lardan bu film pek nasibini alamamış bana sorarsanız.

CAPOTE

bu filmi de, philip seymour hoffman'ı sevdiğim için izledim. meğer, adam bu rolüyle oscar almış zaten. üstelik 2005'te. yeni öğrendiğim için utandım ama hemen geçti.
hoffman'ı "the talented mr. ripley" ve "magnolia"yı izlediğimden beri severdim zaten. oscar alıp almamasını önemsemem. ama oscar aldı diye bundan sonra "the big lebowski" ya da ne biliim "punch-drunk love" gibi filmlerde değil de, mission impossible 3'te kötü adamı oynarsa diye korkuyorum. evet evet oynamış, mission impossible 3'te, hem de kötü adammış ühühü :(
neyse efendim, filme dönelim, pek çok ödül almış ama, "çok bilmiş bendenize" soracak olursanız sadece philip seymour hoffman'ın oyunculuğu için seyredilir. ha tabi bir de truman capote gibi çok ünlü bir yazar ve onun en ünlü kitabı "in cold blood" hakkında bişeyler öğrenmek isterseniz...
evet böyle de müşkülpesent bi insan oldum ben, bişi beğenemiyorum.

A PRAIRIE HOME COMPANION

2006'nın sonlarında aramızdan ayrılan Robert Altman'ın son filmi. Çoğu Altman filminde rastladığımız gibi, bir sürü ünlü ve önemli oyuncu bir arada ve hiçbiri daha önemli ya da daha önemsiz bir rolde değil.
Bu arada Robert Altman'ı saygıyla anıp, diğer filmleri Gosford Park, Nashville ve The Player'ı şiddetle öneriyorum.