Friday, November 24, 2006

Monday, November 13, 2006

şeytan kulağına kurşun..

evek, roman polanski'nin "apartman üçlemesi"nden bahsettim madem ki, o zaman rosemary's baby'den bahsetmemek te olmaz. rosemary's baby, en az diğer iki film, the tenant ve repulsion kadar çok beğenilmiş olmasına rağmen nedense ben bu filmi bir türlü sevemedim. sanırım içinde satanik öğeler barındıran bu tip filmler (the exorcist ya da the omen gibi) beni ne korkutuyo ne de eğlendiriyor, daha çok sıkıntı veriyor. nedenini tam bilemiyorum, belki de sinemada dini temalardan çok fazla hoşlanmayışımdan ya da the exorcist'i çok küçük yaşta izlemiş olmam yüzünden olabilir.
maalesef, bu filmin yarısında uyuyakalmıştım. kendisine üvey evlat muamelesi yaparak filmden bi kare ya da afiş filan bile koymıycam. sevmiyorum, sırf bahsetmek için bahsettim evet.
hiçkimsenin umursamadığı şeylerden bahsedip duruyorum ya da kendi kendime sayıklıyorum sanırım ne biliim.
filmin gösteriminden 1 yıl sonra, roman polanski'nin karısı sharon tate 8 aylık hamile olduğu halde, ünlü seri katil charles manson tarafından öldürülmüştü. polanski o sırada evde olmadığı için paçayı sıyırmış. sonra 13 yaşında bir kız çocuğuna tacizle suçlanıp amerikaya kaçmış falan filan bööle şeyler var işte evet, yetti. artık başka bir yönetmenin filmlerini hepberaberce mercek altına alacağımız postlarda görüşmek üzere esen kalın...

Sunday, November 12, 2006

dünyalılardan tiskiniyorum!



roman polanski'nin, şizofreni ve paranoya konulu "apartman üçlemesi"nden ve üçlemenin son filmi the tenant'tan daha önce bahsetmiştim.
işte 1965 yapımı bu film yani "repulsion" da üçlemenin ilk filmi olarak yer alır polanski'nin filmografisinde. ha bir de polanski'nin çektiği ilk ingilizce filmdir bu. sanırsam, alfred hitchcock'un psycho'suyla birlikte psikolojik gerilim türünün başyapıtı olarak kabul etmek gerek repulsion'ı.

catherine denevue'nün canlandırdığı carol'ın gözlerine yakın çekimle başlıyor; son sahnede olan bitene açıklık getirecek olan "ipucuna" dikkatimizi çekmek istercesine.
film, etkileyiciliğini, polanski'nin yeteneği kadar denevue'nün abartıdan uzak ancak bir o kadar korkutucu oyunculuğuna borçlu bence. evin içinde tek başına kalan carol'ın her geçen gün kötüye giden durumu; aniden çatlayan duvarlar, salonun ortasında bir tepsinin içinde çürüyen tavşan ve mutfak tezgahında filizlenmeye başlayan patateslerin "tiksinti" veren görüntüsüyle bir bakıma sembolize ediliyor. ve film, tıpkı denevue'nün oyunculuğu gibi, abartıdan uzak, minimalist bir stilde amiyane tabiriyle seyirciyi koltuğa mıhlıyor.
ben mesela, izledikten sonra gece boyunca uzunca bir süre uyuyamadım, ancak korkudan değil de daha çok filmde olan biteni tekrar tekrar düşünme isteği yüzünden.

BURDAN SONRA BİRAZ SPOİLER YAPTIM HABERİNİZ OLA!
konusunu merak edenler için, kısaca özetleyeyim. "seks fikrine" karşı aynı zamanda hem ilgisi olup hem de iğrenen genç Carol, Londra'da bir apartman dairesinde kızkardeşiyle birlikte yaşamakta ve hayatını manikür yaparak kazanmaktadır. bir gün, kızkardeşi Helen, evli erkek arkadaşıyla birlikte İtalya'da tatil yapmak üzere 10 günlüğüne evden ayrılır. ve olaylar gelişir =P evet, herşey bundan sonra başlıyor işte. akıl sağlığını yavaş yavaş yitiren Carol, tıpkı Rosemary's Baby ya da The Tenant'da olduğu gibi "ev" tarafından yokediliyor adeta. bazı sahnelerde, tuhaf açılarla öyle garip ve korkutucu bir derinlik verilmiş ki eve, duvarlardan çıkan eller ya da kocaman çatlaklara bile pek gerek yoktu bence gerilimin dozunu arttırmak için.



üçlemeyi düşünecek olduğumuzda, bu filmin farklı bir tarafı var. diğer iki filmde kahramanın başına gelenlerin nedeni tam olarak açıklanmıyor ve havada kalıyordu. yani mistik diyebiliriz rosemary's baby ve the tenant'a. ancak repulsion, diğerlerine göre daha ayakları yere basan bir film.
filmde bir kaç kere gördüğümüz aile fotoğrafını, son karede üzerine pencereden sızan güneş ışığıyla tekrar görürüz. ışık fotoğraftaki iki kişiyi aydınlatacak şekilde girmiştir pencereden içeri. carol ve babası. sonra fotoğraftaki carol'a ve bakışlarına yaklaşan kamera, gözlerinin babasına dikilmiş olduğu gerçeğiyle başbaşa bırakır bizi...

Thursday, November 09, 2006

CelebMatch

Böle aptal, geyik bi site var. doğum gününüzü, cinsiyetinizi yazıyosunuz. size uygun ünlü eşi buluyo. buyrun:

show best matches =P

benimkisi şöle çıktı:


bilahare christian bale hakkında aytıntılı bir post yazacağım inşalla. beni bekleyin anacığım :P

Monday, November 06, 2006

kiracılığın gözü kör olsun inşaaallahhhh!

bugün çok sayın bucu hanım blogunda bazı testler yapmış. ben de yaptım. şimdi sonuçları veriyorum ehehenm:

What mental disorder do you have?
Your Result: Paranoia

You are constantly thinking about what others may be saying about you behind your back. You may also feel people have conspiracies against you, or they are out to get you. In crowds you may feel like everybody is watching to closely.

ADD (Attention Deficit Disorder)
Manic Depressive
GAD (Generalized Anxiety Disorder)
OCD (Obsessive Compulsive Disorder)
What mental disorder do you have?

evet, biraz dikkat problemlerim varmış, biraz da manik depresifmişim fekat beni açıklayan en bi güzel kelime "paranoyak"mış efendim. şimdi bunun sinemayla dahası kiracılıkla ne alakası var? demeyin. beni dinleyin. yukarda linkini verdiğim testi yapınız. eğer sizin sonucunuz da paranoyak çıkar iseeeeeeee, birazdan tanıtacağım filmi çok seveceksiniz demektir.

söz konusu film, 1976 yapımı ve roman polanski'ye ait. "le locataire" ya da ingilizce adıyla "the tenant" veyahut türkçe mealiylen "kiracı".


işte buraya da eşşek kadar bir afişini koyaraktan filmi tanıtmaya başlıyorum. esasında, fransız illüstratör, ressam, yazar ve film yapımcısı roland topor'un 1964 tarihli romanı Le Locataire Chimérique'den uyarlanmış bu film.
polanski'nin şizofreni ve (buraya dikkat lütfen!) paranoya ekseni etrafından dönen ve bir üçleme olarak kabul edilen filmlerinin [repulsion(1965), rosemary's baby(1968) ve the tenant(1976)]
son ayağı.
ve de bu üçleme içinde benim en sevdiğim olur.
konusu kabaca şöyle özetlenebilir: sessiz ve kendi halinde bir adam olan trelkovsky (bu rolde roman polanskinin kendisini izleriz), bir gün bi daire kiralar. ancak önceki kiracının intihar ettiğini öğrenmesiyle birden daireye ve komşularına bakışı değişir. yavaş yavaş önceki kiracıya dönüşmeye başladığını ve bütün komşuların da arkasından bişeyler çevirdiğini düşünmeye başlar.
yani adam resmen paranoyak şizofren.
o zaman neymiş? neden sevmişim ben bu filmi. ben de paranoyakmışım hafiften, ve kendimi trelkovsky'ylen özdeşleştirebilmişim. belki de ben trelkovsky'ymişim nihihohhahah...

hemen burda konuyu başka bir filme bağlamazsam çatlarım ki, oda 2004 yapımı brad anderson filmi "the machinist". orda da yine aynı şekilde christian bale'in canlandırdığı trevor reznik adlı adam, kendi dünyasında başka bir gerçeklik kurup, kendini bu gerçeğe inandırıyor ve de paranoyanın alasını yaşıyordu, izleyenler bilir.
nedir burda dikkatimizi çeken husus? karakterlerin isimlerindeki benzerlik: trelkovsky ve trevor. yaa ya değil mi? bir de karakterlerin geçirdiği tuhaf değişimler var. trelkovsky'nın yavaş yavaş bir kadına dönüşmesi ya da trevor'ın ölme noktasına gelecek kadar zayıflaması gibi. tuhaf şeyler bunnar.
son olarak derim ki, eğer the machinist'i sevdiyseniz, bir de the tenant'ı görün. neler kaçırdığınızı anlayın...
ne biliim?

Wednesday, November 01, 2006

harry potter and the order of the phoenix

5. film 2007 temmuzda sinemalarda gösterilcekmiş. umarım görebilirim o günleri. çünkü 5. kitap, sinemaya uyarlanmış halini en çok merak ettiğim bölüm.

bu arada kitapta sirius black'in kuzeni ve katili olarak tanıdığımız bellatrix lestrange'ı helena bonham carter oynayacakmış. bence mükemmel bir seçim hıh.

catherine keener


bu güzel baaağyan, çok iyi bir oyuncu olmasının yanısıra, benim nuray teyzemin gelinine çok benzemektedir. o yüzden kendisi sevdiğim oyuncular arasında "bir akrabammışçasına sevdiklerim" listesine 1 numaradan girer =P
kendisini nerden tanıyorsunuz? 1999 yapımı being john malkovich'teki fettan maxine karakterinden mi? şu yanda görmüş olduğunuz karakter işte. muhtemelen 7buçukuncu kattaki ofiste olduğu için biraz eğilmiş.




övünmek gibi olmasın ama benim, oyuncuları akademiden önce keşfetme gibi bir özelliğim vardır.
catherine keener'ı da teee 1997'de izlediğim "the real blonde" filminden beri severim. fekat bu film reese witherspoon'un zalak filmi legally blonde ile karıştırılmamalıdır, darılırım.
"the real blonde", bööle amerika'daki eğlence ve moda dünyasıyla hafiften hafiften dalgasını geçen çok güzel bir tom dicillo filmidir. netekim, catherine abla da bu tom dicillo'nun neredeyse tüm filmlerinde oynamıştır.
şöle sağda görmüş olduğunuz resim de the real blonde'dan bir sahne olup, catherine keener'ın sevgilisini oynayan matthew modine'de bu filmde bayaa iyidir hani. özellikle madonna'nın klibinde oynamak üzere kabul edildikten sonra başına gelenler görülesi...
catherine keener'ın, johnny suede, box of moonlight ve living in oblivion gibi bağımsız sinemanın en güzel örnekleri sayılabilecek diğer tom dicillo filmlerinde oynamış olmasının yanısıra, biri being john malkovich diğeri capote'de olmak üzere iki oscar adaylığı mevcut bulunmaktadır. çok yakında oscarı kapacak gibi görünüyo ama benim gönlüm almamasından yana, oscar sıkıcı bi ödül çünkü.